Talep duygusu, fiili duaya açılan bir kapıdır. Taleplerin hiyerarşisi üzerinde duran Maslow, aslında fıtratın isteklerini kategorize etmekle sınırlamıştır. Çünkü sınırsız isteklerimize doğru bir planlama yapmak, yapamadıklarımızı bir başkasının ruhunda ve yeteneğinde aramak, vücut bulması için çabalamak, ortak ihtiyaçların karşılanmasını kolaylaştırır. Çünkü ortak muvaffakiyetler, ortak duanın neticeleridir.
Bu konunun belirleyici kimyası, yaklaşım şeklidir. Girişimci olan, öğrenir ve geliştirir. Sonrasına taşır. Bilmek, bazen teşebbüstür. Öğrenmek sonra gelir. Mesela, bir mevzuda talep edilenle, talebi karşılayan aynı kişi olmayabilir. Talep sahibi, aynı zamanda teşebbüs sahibi de olabilir. Teşebbüsün tekniğini hatta yapılacak işin iç yüzünü bilemeyebilir. Ancak sistematik bir düşünce ve iradeli bir istekle projesine projeci bulabilir.
Buradan hareketle; Risale-i Nur çalışmaları, bir bütünlüğü ifade eder. Üç iğneden üç yüz iğneye çıkacak üretim metoduyla, bir çok yeni açılım ve inkişaf mümkündür.
Eğer bir Nur Talebesi ya da Risale-i Nur ilgilisi, Risale-i Nurda temsili hikayelerin filmini istese, bunun sinemaya, beyaz perdeye taşınmasını arzulasa, bu konuda bir müzakere talebinde bulunsa, kendi cephesinden yapabileceklerini belirleyip ortaklıklar, paylaşımlar, müştereklikler arasa; Biz buna Sen sinemacı değilsin mi diyeceğiz. Yoksa hayatımızda hiç sinemaya gitmemişsek Ben sinema sevmediğime göre kimse sevmez türünden gizli kanaatimizin tezahürü olan bir bakışla mı yorumlayacağız?
Ya da Şimdi bunun zamanı değil, oturup risale okuyalım, zihnimizi dağıtmayalım mı diyeceğiz? Doğrusu farklı talepler birbirinin yerine ikame edilemez.
Yoksa, sinemacıların, menfi sanatçıların hallerini gözler önüne serip, sinemanın menfi yönü üzerinde durup, müspet olanı nazara vermeyecek miyiz?
Statükocu olduğumuz konularda, yetişemediğimiz alanlarda, bizden geçmeyecek teşebbüslerde, mutlaka engelleyici bir rol almak zorunda mıyız? Böylesi zamanlarda, inkişafın önüne risaleden delil getirmeye teşebbüs etmek, manayı daraltan tevillerden medet beklemek hangi akla hizmet eder? Sonuçta menfilik de bir teşebbüs olmuyor mu? Faaliyet yapmayı durdurma çabası da menfi bir teşebbüstür. Fıtratımızdaki teşebbüs kuvvetinin kötüye kullanılmasıdır.
Sonra kendi teşebbüsümüzle uğraşsak ta, bir başkasının teşebbüsüne asgarisinden saygılı olsak?
Sonra bizim yüksek(!) endişelerimizi, neden bir başkasının anlamadığını düşünüyoruz?
Neden zeka kıtlığı varmış gibi, sadece biz anlıyormuşuz gibi bakıyoruz hadiselere.
Belki de hiç anlamayan biziz.
Neden, hayatı, gençliği, teşebbüsü ve teşrik-i mesaiyi netice verecek açılımlara, dualara ve niyetlere, otomatik cevap ve reddiye hakkını kendimizde buluyoruz?
Biz kimiz?
Kime aidiz?
Bir başkası üzerinde tasarruf ve engelleme hakkımız var mı? Bu ahlaki mi?
Bu tür alışkanlıklar nüksettiğinde ümit kırıcı olmaz mı?
Faaliyet düşmanlığı, tecdit aleyhtarlığı, bulanıklık verme kültürü, teşebbüsleri akim bırakma nefsiliği, bu coğrafyanın en büyük handikabı değil mi?
Buna biz de dahil olursak, tekamülün kapılarını kapatmış olmanın vebaline girmiş olmaz mıyız?
Acaba okumalarımızı arttırarak, gıybetten uzaklaşarak ve kardeşlerimizin meziyeti ile iftihar ederek yeni ve taze mevzulara hayat hakkı vererek, daha müşterek ve mütemmim olmaz mıyız?
İnkişaf etmek için, inkişafımızı durdurmasak, en azından başkasına mani olmasak, keşif yolculuğuna çıksak, nasıl olur?
Zira biliyoruz ki, Fıtri meyelan mukavemetsuzdur.
Fıtratların meyli, fıtri mecrasını bulana kadar mukavemetli olmalı.