Tuzak dediğin görünmemeli... Hiç ummadığı anda ayağına takılmalı kurbanının. Süslü de olmalı tuzak... Heveslendirmeli; çekmeli kendine... Uzak olmamalı tuzak; hep yakınında, yanında olmalı kurbanının. Hem yolda olmalı tuzak; yoldan farklı durmamalı, hatta yolun kendisi diye bellenmeli. Tuzak kötü bile olmamalı. Tuzağa düşmek iyilik sanılmalı, akıllılık sayılmalı. Tuzağa doğru yürümek, yolun kendisi bilinmeli. Tuzağa uzak köşelerden yürüyenler ayıplanmalı. Tuzağı fark edenler utanmalılar kendilerinden. Kötü bir şey yapıyormuş gibi büzüşüp kalmalılar kendi köşelerinde. Ayağı tuzağa takılanlar alkışlanmalı; hayırlı bir akıbetin konusu bile edilmeliler. Fıtratında kerem olan insan hiçbir kötülüğü “kötülük” sıfatıyla yapmaz. Bile bile “kötü” olmaz insan. Vicdanı susmadıkça, nefsi “iyi” bir gerekçe bulmadıkça, kötülüğün kuyusuna inmez. “Kötü”ye “iyi” bir kılıf bulur, “şerr”e “hayır”lı bir renk verir de, öylece özne olur kötülüğe.
Şimdilerde, tuzakların estetize edildiği bir zamanda yaşıyoruz. Örneğin, özgürlük kavramını, çıplaklığın eline yeni icat bir yelpaze gibi tutuşturuyoruz bunaltan sıcaklarda. Reklam hakkının gölgesine siperlenip, mayodan artan kadın bedeni parçalarını, mayonun gizlemek yerine daha da belirginleştirdiği dişilik cezbelerini gözlere sokuyoruz. Görünenler, göründükleri için kazananlar, güzel göründükleri için kendilerine imrenilenler, görenler, gördüklerine hayran olanlar, görüntüleri çoğaltılanlara imrenenler, hep birlikte mağdur ediliyor. Görüntüyle vuruluyoruz, görünmeye vuruluyoruz. Görüntüler üzerinden kuruluyor tuzaklar. Görüntüde yer almak adına, hiç tanımadığın gözlerde gözde bir konum edinmek hatırına inceliyor yeni tuzaklar. “Görüntü”nün “gerçek”in aleyhine parladığı, “imaj”ın “vicdan”ı parçalayıp yırttığı bir çağın çocuklarıyız. Bir önceki yüzyılda “olma”ya odaklanmış modern kafalar, nicedir “olma”nın, “gerçekleşme”nin en sığ ama en kolay erişilen, en yalancı ama en kolay kanılan bileşenine, yani “görünme”ye odaklandılar.
“Görüntü”leri üzerinden tatmin olmaya çağrılıyor mahzun ve tesellisiz kalpler. Görüntü ise en fazla başkalarının sahte, sığ, geçici, iki yüzlü, vefasız bakışlarına sürgün ediyor insanı. Şöhreti afet eyleyen o sır, yani başkalarının takdirine endeksli yaşama zavallılığı, en sıradan, anonim insanları da saçlarının perçeminden tutup çekim alanına alıyor. Sırf şöhret olmak için rezil olmaya razı oluyor insanlar; ekranlarda görünüp televizyonun elektronik havuzunda vaftiz edilip aklanmak uğruna en mahrem sırlarını açıp kişiliğini, dişiliğini, erkekliğini yağmalayabiliyorlar.
Köprüden atlamak için bile kameraların gelmesini beklemek, bedenini, hayatını, hatta -çoktan gözden çıkardığı- ebedî hayatını da parçalayıp mutluluğun ekranın vefasız görüntülerinde bir araya toplanmasına, huzurun iki yakasının TV düğmeleri ile bir araya getirilmesine razı olunduğunu göstermiyor mu? Ünlü olmak uğruna rezil olmak yüceltiliyor. Herkesin tanıdığı biri olmak adına kendini öldürmek alkışlanıyor, aklanıyor.
Nefsimiz görüntüler üzerinden süslüyor artık eylemlerimizi. İnsanları özlerini boşaltıp görüntünün kuru ve kırılgan kabuğuna iltica etmeye ayartıyor. Şöhreti “zehirli bal” diye tarif eden Said Nursî’yi daha iyi anlıyorum bugünlerde. Bal tadında zehir. Dudağa bal tadı taşıyor, kalbe zehir kusuyor. Bir de şaşırıyorum şöhrete müptelâ olmuşlar için okuduğu ayete: “İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.” Yani ki, “Biz Allah içiniz ve O’na dönücüyüz.” Her ölüm haberinde, ölümün kesinliğini, ölümden sonranın anlamını idrak etmek için zikrettiğimiz bu ayetin şöhretle ne ilgisi olabilirdi? Uğrunda ölmenin bile göze alındığı, rezil olarak, kişiliğini toprağa diri diri gömmenin de hak görüldüğü şöhret bir tür ölüm demek aslında. Şöhret, vefasız ve çaresiz gözlere gömülen bir cenaze ediyor insanı. Oysa, “biz Allah içiniz; Allah için varız.”
Başkalarının gözlerinde değil, O’nun nazarında itibar ve dirlik buluruz. Şöhret, sığ bakışlardan, gel-geç karşılaşmalardan hayranlık bekleyen bir dilenci eyliyor insanı. Oysa, “biz Allah’a dönücüyüz”; başkalarının bakışlarından değil O’nun katından sonsuz teselliler umuyoruz. Tuzak işte. Hem çekici, hem tanıdık, hem yakın, hem yol, hem açık, hem gizli. Varlığın görüntüde yağmalanması... Görünen kadarcık, görüntüde kalasılık bir varlığa fit olunması.. Tuzak. Ama uzak değil.