İnsan, kâinat bahçesinin nazlı bir gülü, varlıkların incisi, kâinatın hülasası. İnsanı büyütsen kâinat olur, kâinatı küçültsen insan olur. İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır.
Demek ki, bizler günlük hayatımızda, ailemizde, işimizde ve bütün toplumumuzda bir âlemle muhatap olmaktayız.
İşte bizim bazen üzdüğümüz, bazen de sevindirdiğimiz bu küçücük âlemlerin, güzel nazenin yaratıklar olduğunu bilmemiz çok önemli. Çünkü, onsuz, ne dünyamızın, ne kâinatın, ne güneşin ne de ayın anlamı var.
Dünyayı bir an onsuz düşünelim; güzellikleri kim görecek, ondaki satırları kim okuyacak, ahengi ve ihtişamı kim çözecek, yaratıcının sunduğu nimetleri kim tadacak, tanıttıranı bilecek ve şükredecek.
Hayvanlar dünyaya gelişlerinden itibaren, annesini kendi becerisiyle emmeye, ayakta durmaya hazır halde dünyaya gönderilirler. Ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz suya doğru koşmaya, kuzular ise daha ilk günlerden annesinin ardından yürümeye başlar. Sanki dünyaya gelmeden önce, hayatını idame ettirmek için gerekli davranışların
eğitimini almış ve öğrenmiş olarak dünyaya gelirler.
Ancak, insanlar öyle mi? Hayat, eğitimle olgunlaşma, mücadele, sabır ve tahammül ile kazanılabilen uzun bir yoldur. Uzun soluklu ve dayanıklı olanlar bu mücadeleden başarı ile çıkarlar. Biz buna öğrenerek gelişme diyoruz.
Bazen, hayatımızın yoğun akışı içinde, yüce yaratıcının insan olarak yarattığı bu mükemmel varlığın değerini bilmeden, çoğu zaman da, nefsimizin hatırına onu kırıp döküp parçalayıp yok etmeyi başardığımızı sanıyor, bazen de galibiyetimizi ilân edebiliyoruz. Aslında kaybedenin kendimiz olduğunun farkında değiliz.
Parçaladığımız, yok etmeye çalıştığımız varlığın, böyle mükemmel bir yaratık olduğunun farkında mıyız ? Hiç boş yere kendimizi haklı çıkarmaya gayret etmeden, nezaket ve tevazûyu terk etmemek, yaradılışa uygun en güzel davranış olduğunun bilinciyle yaradılış modunun dışına çıkmanın faydası yok.