Ellerim dünyaya karşı tutulmuş mavzerdi.
Parmaklarım kendi gerçeklerimin sisine sinmiş iz sürerken, geriye döndüğümde beni bekleyen dağlar ve ağrılardı.
Dağlar ve ağrılar hayatı besliyordu.
Hayat ölümü besleyip büyüten bir içlenmeydi.
İnsan dağlara ve ağrılara düşüyordu aşka düşünce.
İnsan elden ayaktan düşüyordu aşka düşünce.
İnsanın doğumu da, ölümü de aşklaydı. Aşk ve ölüm birbirinin ebesiydi, bebesiydi.
Aşk ile ölüm ikiz kardeşti. İkizler birbirini nasıl özlerse, ben de öyle özlerdim seni, Barla’yı ve dağları.
Sen Barla’da iken, ceylanlar Kur’an, kuşlar Cevşen, çiçekler Celcelutiye, çocuklar Nur’ları okurdu. Ceylanların duaları, kuşların zikirleri, çiçeklerin niyazları, çocukların tazarruları kuşatırdı Barla’yı. Ceylanlar, Zübeyirler, Sungurlar, Feyziler Kur’anların, Cevşenlerin, Celcelutiyelerin, Nurların ardında karanfil gibi yaprak yaprak saf tutardı.
Barla bir dağdı sanki. İnsanların kasavetini çeker, ceylanlara, kuşlara ve dağlara huzur verirdi. Ben Barla’nın ceylanlarını, kuşlarını, çiçeklerini özlerdim.
Bir gün Barla’da gece yüzlü insanlar dolaşmaya başladılar. Ceylanları vurdular; kuşları zehirlediler; çiçekleri ezdiler.
Sen bu iç burkan duruma dayanamayıp, dağlara çıktın. Çam Dağlarında rahleni kurdun.
Ceylanlar, kuşlar ve çiçekler bölük bölük dağlara çıktılar.
Ceylan, kuş ve çiçek ruhlu Zübeyirler, Sungurlar, Feyziler sana koşmaya başladılar.
Depremin kokusunu alan hayvanlar depremden kısa süre önce nasıl şehirleri terk edip dağlara koşarlarsa, aynen öyle koştular sana doğru insanlar içlerinde depremler yaşadıklarında.
Barla’nın sözde gece bekçileri ellerindeki sapanlarla benim de sırça sarayımı taşlamışlardı. Beni tuz buz eden, sesimi soğutan, vicdanımı kanatan kör bir bıçaktı sanki gece bekçilerinin sesleri. Öyle kördü ki, ancak senin kâlemin eğeleyebilirdi bunları.
Bir tilki kovanındaydım ki, artık bunların hiçbir bağ bıçağı beni bu kovandan çıkaramazdı.
İçimde denizler biçerken, fırtınalar köklerken senden beklediğim düşümde sakin bir yaz limanı olmandı.
Sanki sen dağ gibi bir mıknatıstın. İçinde demir gibi cevher taşıyan şeyleri kendine çekerdin. Beni de kendine çektin. Ben de sana koştum ceylanlar, kuşlar ve çiçekler gibi. Rahlene teslim oldum.
Rahledeki kâlemin bir eğeydi. Beni kırıp geçiren rüzgârlarımı eğelerdim rahlende. Kendi uçarılıklarımı törpülerdim kâleminle. Ne çok pürüzlerim varmış; ancak o zaman anlardım.
Ah gönlün semasında çoğalan doğu sancıları.
Ah kalbin rahminde közleşen doğum kasılmaları.
Ah kanını, canının kınından çıkartan ilham sızıları.
Ah her gece rahlende diz bükerdim ben.
Gün doğumuna değin sessizliğinle sohbet ederdim.
Barla’ya doğru döner, dağlara sırt verirdin.
Sırt verirdin rahlenin üzerinden göklere yükselirdi dünya.
Bense sessizliğine yaslanırdım.
Sessizliğin ses olurdu; beni de sırtlardı.
Ancak beni sırtladığında ifşa olurdu sırrım.
Sırrım Barla’ya sinerdi. Sen dağlarda Barla’yı sefer tası misali ayalarına alıp, üstündeki bakır figürleri okurken, gözlerimi kâlemine sürerdim.
Sanki bir kediydim.
Sanki gözüm ağrıyordu da, ağrımı gidersin diye sürüyordum gözlerimi kâlemine.
Kâlemin seslerden merhem sunardı. Sesin sözler, mektuplar, lahikalar armağan ederdi.
‘Yaz kardeşim’, derdin.
Sesinin yankısı bazen ırmakların göğüslerinden, bazen mağaraların sırtlarından ve sırlarından devşirilmişcesine yürürdü dağlarda.
Sesinin öyle derin, öyle renkli bir kokusu vardı ki, bu koku bütün dünyayı kaplardı.
Yasımı da, yaşımı da yitirirdim. Bir ihtiyar gibi zikretmeye, bir çocuk gibi gülmeye başlardım.
Olur olmaz kaşınan yara misali, bazen varlığından bile şüphelendiğim sen, böyle anlarda düşündüklerimin ve hissettiklerimin dışına ve üstüne çıkıverirdin.
Ah yarma yarma devreden şanlı serap.
Ah dağlardaki kubbesiz medrese-i nuriyeler.
Ah şehirlerden dağlara kaçan kediler.
Sesinin kokusu bulutlar misali höyük höyük başımda dolaşırdı. Yanımda, şuramda, köşemde olsan da cisimleştiremezdim seni. Oysa sen hep vardın. Bazen yok olan, bazen var olan, bazen azalan, bazen çoğalan bendim.
Ben hakkımdaki mahkumiyet hükmünü bildirmek üzere, yıllar önce, elimde Barla Lahikası adlı kitapla yanına gelmiştim.
Sanki bir Köroğlu idim. Bir cenkten çıkmış, Bolu Beyini alt etmiş, Emirdağ Beyini mat etmiştim.
Sanki bir zafer nişanını sunuyordum sana. “Bak ben de hapse giriyorum. Artık herkes kabul ediyor senin dağlarında gezdiğimi. Ne mutlu bana.” demiştim.
Sen ‘Hoş geldin’ demiştin.
Yüzün mum gibiydi. Beni, dağları ve Barla’yı aydınlatıyordu. Ne var ki bu gün ki yüzün başkaydı. Mahsun, üzgün, bir şeyi yitirmiş olmanın solukluğu gibi bir şey.
Ben sevineceğini sanmıştım.
Yüzünü bir ışık âlemi mum gibi değil de, soluk bir sonbahar sarısı gibi görünce içlenmiştim. Hep hüzün, hep yağmur olmuştu dağlar.
Gülerek ‘Götürüyorlar beni. Yarın şafak sökerken sürüleceğim. Güya bizim memlekete yağmayan yağmurun sebebi benmişim. Güya bana büyü yapmışsın. Ben de sana Mecnun gibi iplenmişim’ dediğim de kalplenip çöküvermiştin.
“Bunda da bir hayır vardır.”, demiştin.
Sesin ve suretin daha bir hüzünlü dolaşmıştı dağlarda.
İşte yıllar sonra sesinin suretini giyinip geldim dağlarının kapısına.
Bahtına düştüm.
Aşkına düştüm.
İnsan işte böyle dağlara ve ağrılara düşüyor aşka düşünce.
İnsan elden ayaktan düşüyor aşka düşünce.