İnsanın hayvan kadar dünya hayatından zevk alamaması, onun ahirete namzet olarak yaratıldığının göstergesidir.
Çünkü, “âdeta arşa mümasil bir kalbi, misal âlemine bakan bir hayali, Levh-i mahfuzdan haber veren bir hafızayı, melek alemini temsil eden bir aklı, dünyanın her tarafına el uzatan bir merakı, ebede kadar uzanan arzuları” taşıyan insanın, bir yandan bu geniş kapsam alanına sahip olması, diğer yandan serçe kuşu kadar bile dünyadan zevk alamaması arasında büyük çelişki vardır. İşte bu çelişki ancak, insanın ahiret memleketine, abedi saadet diyarına aday olmasıyla çözülür.
Yoksa, geniş donanımlarıyla kendisine oldukça dar gelen dünya hayatının iki duvarı arasında sıkışıp kalması, balon gibi patlamasına yol açar. Bu ise ilahi hikmete aykırıdır.
- İnsanın hayvanlar kadar zevk alamamasının en önemli amillerinden biri onun aklıdır. Akıl çok güzel bir mutluluk aleti olmakla beraber, geçmiş zamandan getirdiği hüzünler ve gelecek zamanlardan getirdiği endişeler dolayısıyla âdeta bir azap aracı olmuştur.
Oysa hayvanlar, geçmişte yaşadıkları sıkıntıları, örneğin ölen akrabalarını düşünmediği gibi, gelecekte kendilerinin veya akrabalarının durumlarını düşünüp bir istikbal endişesi de taşımazlar ve içinde bulundukları zamandan tam bir zevk alabilirler.
Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki -özet olarak verdiğimiz- ifadeleri bu konuya ışık tutmaktadır.
“Hem hiç kabil midir ki: Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak olan Allah; insana öyle bir istidad (kabiliyet) vermiştir ki, yer, gök ve dağların tahammülünden / yüklenmesinden çekindiği emanet-i kübrayı yüklenmiştir. Yani küçücük cüz'î ölçüleriyle, san'atçıklarıyla Hâlıkının muhit (kuşatıcı) sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçebiliyor. Bunun yanında bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil kabiliyetini vermiş, bununla kâinat çapındaki rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen ona ilân ettirmiş ve böylece onu meleklerine tercih edip hilafet rütbesini vermiştir. Ancak diğer yandan akıl gibi bir mutluluk aracı olan bir aleti verdiği için, bu araç mutluluk yerine geçmişten gelen hüzünleri ve gelecekten gelen kaygıları da başına muasallat etmiş ve insanı en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atmıştır."
"Acaba, hiç müm kün müdür ki, Allah, en mübarek, pek nuranî bir âlet-i tes'id (mutluluk veren alet) bir hediye-i hikmeti olan aklı, o bîçareye en meş'um (uğursuz) ve zulmanî (karnanlık) bir âlet-i tazib (bir işkence aleti) yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafî bir merhametsizlik etsin. Hâşâ ve kellâ!" (Sözler, Onuncu Söz, s. 87)
“Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen insan, -manevi donanımlarıyla- bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinat'ın en mahbub ve makbul bir abdi olma şerefine nail olmuştur.” (Asa-yı Musa, s. 42)
“Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez…” (Sözler, s. 23)
Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, insan serçe kuşu gibi uçamadığı, tavşan gibi koşamadığı, deve gibi yük taşıyamadığı, arslan gibi kuvvetli olamadığı için, kendi meziyetinden bir şey kaybetmez. Çünkü, insan ebede namzettir, bütün canlılardan daha zevkli bir hayata adaydır, cennet gibi bir diyara davetlidir. Onu bedbaht eden bunu kaybetmesidir.
Sorularla İslamiyet