Kuran’ın iman, ibadet ve ahlak ile ilgili meselelerini aklı, kalbi ve nefsi doyurucu bir şekilde izah ve ispat eden Risale-i Nur bu manada bir nevi Kuran’ın tercümesidir. Yani Risale-i Nur, Kuran’ın hemen yüzde doksanını teşkil eden iman, ibadet ve ahlak ile ilgili temel manalarını gayet güzel bir şekilde Türkçeye 'çevirir', tercüme eder. Biz bu yazımızda Kuran ahlakının önemli konularından olan insan nefsinin tabiatına dair Risale-i Nur’dan tespit edebildiğimiz anahtar cümleleri beyan edeceğiz.
- Nefis, “kendisini hür ve serbest ister. "(Mektûbut, 400)
İnsan nefsinin temel özelliği Yaratıcı İlahın varlığından bağımsız olmak arzusudur. Bu durumdaki nefsin en çetin imtihanı, kendisini abd/kul olarak bilmek ve öylece algılamaktır. Ancak nefis buna kolay kolay yanaşmaz. Kendisin hür ve serbest olmasını ister. Kendisine sahip olan, tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve kendisine emreden bir Halıkın ve Rabbin bulunmasını istemez.
- Nefis, “mevhum bir rububiyeti ve keyfemayeşa bir hareketi fıtri olarak arzu eder.” (Mektûbut, 400)
İnsan nefsi tabiatı gereği bağımsız olmak ister. Hatta kendisini ve kendisiyle alakalı şeyleri kendisinin yapıp ürettiğini vehmeder. Yani hakikatle alakası olmayan bir şekilde kendisinde varlığı, eşyayı, olayları ve olayların sonuçlarını yaratıcı/yapıcı bir güç vehmeder. Said Nursi evham/tevehhüm kavramını çok kullanır. Ancak bu kavramı psikolojik olarak değil, ontolojik ve epistemolojik düzlemde kullanır. Yani Risale-i Nur'da vehim/evham imanî meselelerde, varlıkta yeri olmayan bir durumu, bir bilgiyi insanin kendi zihninde var zannetmesidir. İste bu tabiatının neticesi olarak nefis aynı zamanda kafasına göre hareket etmek ister. Yani 'özgürce' yasamak ister. Kendisine emredilmesinden, yasaklar, helaller ve haramlar konulmasından asla hoşlanmaz. Hatta nefis öyle rabbini tanımak istemez ki Firavun gibi kendi rububiyetini ister. Yani kendisini ve kendisiyle alakalı her şeyi yaratıp yönetenin kendisinin olmasını arzular. Nefsin en çetin imtihanı kendisini abd ve yaratıcı Allah’ı da rabb olarak bilmek olduğunu söyledik. Ondandır ki kabirde bize, "ilahin kim?" diye sorulmayacak. "Rabbin kim?" diye sorulacak. Yani Allah’ı, bizi ve her şeyi yoktan yaratıp tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve bizim ve her şeyin mutlak sahibi ve hâkimi olarak görüp görmediğimiz sorulacak.
- Nefis, “kendisinin hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemez". (Mektûbut, 400)
Çünkü onlarca nimetlerle nimetlendiğini gören o nimetleri verene karşı bir mahcubiyet, bir bağlılık az çok hisseder. Ancak nefis kendisini tam bir şefkat ve merhametle terbiye eden, rızıklandırıp tüm ihtiyaçlarını karşılayan Rabbini unutmak ister. Öyle ki, tabiri caizse Allah’ın vermiş olduğu bir altına sahip olmaktansa kendisinin elde ettiği bir gümüşe sahip olmayı arzular. Bu makamda Kuran’da anlatılan Yahudilerin bıldırcın eti ve kudret helvasını yemek istememelerini bu manada düşünmek gerekir. Yani Yahudiler gökten gönderilen ve en değerli gıda olan bıldırcın eti ve kudret helvası –Allah’ın göndermesi aşikar olduğu için - yerine topraktan biten soğan ve sarımsak gibi şeyleri istemişleridir. Çünkü nimetler gökten gönderildiği sürece nefis ister istemez Allah’a boyun eğmek zorunda kalıyor. Ancak topraktan çıktığında ise nefis bu nimetlerin Allah’la alakasını çok daha rahat bir şekilde kesebilecektir.
- Nefis, “gasıbane hırsızcasına nimet-ilahiyeyi yutar. " (Mektûbut, 400)
Nefis Allah’ın nimetlerini gasp ederek, hırsızlayarak kendi malıymış gibi tüketmeye çalışır. Yani kendisine verilen hadsiz, sayısız nimetleri kim verdi ve niçin verdi diye düşünmez, sormaz ve sorgulamaz. Bu sorgulamayı yapmayan kişi de hayvani bir özellik olarak nimetleri "yutar". Yani nimetleri düşünmeden tüketmek, o nimetlere insanca değil hayvanca muhatap olmaktır.
- Nefis, “gafletle kendini unutuyor". (Mektûbut, 400)
Evet, kendini bilen rabbini bilir demiştir tasavvuf geleneğimiz. Bediüzzaman da güzel diyor, nefis gafletle kendisini unutuyor. Yani kendisinin ontolojik olarak konumunu, mahiyetinin ne olduğunu unutuyor. Ne kadar aciz ve hayata ve olaylara karşı güçsüz olduğunu, yani bir zerreyi bile yaratacak gücü olmadığını unutur. Mesela bir an nefes almazsa yaşayamaz. Ancak o bir anlık nefesi 'üretecek' hiçbir güç insanoğlunda yoktur. Yine bu şekilde nefis ne kadar fakir olduğunu, sonsuz muhtaçlık içinde olduğunu unutur. Yani nefis kendi varlığının var olmasına ve varlığının devamına sonsuz derecede muhtaçtır. Ancak bu varlığı var edecek ve varlığını devam ettirecek hiçbir güç ve özellik insanda yoktur. İşte Kuran’ın, Hadisin ve Risale-i Nur’un bahsettiği fakirlik budur.
- Nefis, “kendisini ebedi tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. " (Mektûbut, 400)
Kendisini unutan nefis dünyayı da unutur. Kendisini ve dünyayı ebedi zannetmeye başlar. Şiddetli bir hırs ile ve çok ihtiraslı duygularla dünyaya saldırır. Deyim yerindeyse 'dünyayı yese doymaz’ bir hale gelir.
- Nefis, “her lezzetli ve menfaatli şeye bağlanır. " (Mektûbut, 400)
İnsan nefsinin temel özelliklerinden biri de budur. Yani nefis hakiki manada hiçbir şeyi sevmez. Sevdiklerinde ise onlardaki lezzet ve menfaatlerini sever. Nefsin bu özelliğindendir ki bu nefsaniyet çağında ciddi sevgi, samimi muhabbet ve sohbete çok az rastlanılır olmuştur.
- Nefis, “netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez. " (Mektûbut, 400)
Çünkü nefsin temel bir karakteri de bir gram hazır lezzeti ileride gelecek binlerce kilo lezzete tercih etmesidir.
- Nefis, “tembellikle ubudiyeti terk ettiğinden bir Halıkın, bir Malikin bulunmamasını temenni eder. "(Mesnevi-i Nuriye, 81)
Burada hem nefsin temel karakterini, hem de inançsızlığın temel sebebini görüyoruz. Nefis tembeldir, rahatına düşkündür. Ubudiyet, ibadetler ve her an Allah’a itaat şuurunda olmak nefse ağır gelir. Çünkü nefis başıboş olmak ve kafasına göre yaşamak ister. İşte kişi ne zaman ki nefsin bu özelliğine mağlup oldu, kendisini azaptan ‘kurtarmak’ için Allah’ın olmamasını arzu eder. İşte inançsızlığın önemli bir sebebi budur.
- Nefis, “Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. "(Lemalar, 275)
Bediüzzaman nefsin bu özelliğini özellikle vurgular. Nefis kendi kusurunu görmez ve görmek istemez. Görse de yüz teville açıklamaya çalışır. Nefis öyle kendisini kusurlardan uzak tutup teberri eder ki neredeyse Allah’ı kusurlardan takdis eder gibi kendisini takdis eder. İşte bundandır ki bu nefis ve enaniyet çağında insanları en çok rahatsız eden şey, kusurlarıyla yüzleşmektir.
- Nefis, “daima ızdırablar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor.” (Mesnevi-i Nuriye, 122)
İşte nefis, Allah’ın gölgesinde bir abd/kul olmaktansa kendi başına hayatın dertleriyle boğuşan bir çaresiz, zelil ama bağımsız varlık olmayı tercih eder. Nefis tevekkül etmek istemez. Çünkü Allah’a tevekkül edince bağımsız, özgür ve başıboş olup kafasına göre hareket edemeyecektir.
- Nefis, “Hâlık-ı Zülcelal'in evsafına/sıfatlarına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. "(Sözler, 543)
Bu ne müthiş bir dalalettir. Nefis buna bile cüret eder. Zaten kafalarına göre din uyduranlar, arzularına göre Kuran’ı yorumlayanlar açık bir şekilde kafalarına göre İlah icad etmeye de çalışıyorlar. Mesela Allah’tan korkmadan çıkıp "Allah geleceği bilmez(!)" diyor. Sanki Bediüzzaman "Halıkın evsafına müdahele eder" derken bu densize de işaret ediyor.