Kur’an’dan Risale-i Nur perspektifinde günümüze mesajlar(38)
İnsanın irade içi ve irade dışı eylemleri ile bir bütündür. İrade dışı eylemleri ne denli azsa o denli bilincin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bilincin olmadığı eylemlerde insanın bizzat kendisinin olduğunu söylemekse mümkün değil. İrade dışı bizi ciddi meşgul edenlerin başında belki de herkesin çokça şahit olduğu iç konuşmalardır; yani söze henüz dönüşmeyen düşünce kırıntıları, vesveselerdir. Bunlar, insanın gerçeğe ulaşmasının engelleridir. İç konuşmalar, bazılarına göre zihnin gevezelikleridir. Önemli olan kalbin, aklın ve vicdanın süzgecinden geçmeyen bu tür fısıltıların kıymetlerinin olmadığını bilerek davranmak ve onların etkisinde kalmamaktır.
“İç fısıltı” denen vesveseler, irade dışında gündemimize gelip oturan ve öylesine bizim önümüze karmaşa bir ortam meydana getirirler ki hayatımız allak bulak olur. Onlara kulak verip dışa vurduğumuzda, yani onlara gerçekmiş gibi bir anlam yüklediğimizde hayatımız gerçekle gerçek olmayanlar arasında bir girdaba dönüşür.
Vesvese, iradeye bağlı konuşma ve eylemlerin zıddıdır. İrademiz, söz ye eylemlerimize ne denli hâkimse vesveseler o denli dünyamızdan çekilirler. Anlayacağımız irade ile vesvese ters orantılıdır; kuruntu, iç konuşmalar ve içteki dalaşmalar varsa iradeye bağlı davranışlarımız az demektir. İrademiz bütün davranışlarımıza sinmişse kuruntularımız o nispette azalır ve hayatımız berraklaşır.
Nefsin insana verdiği vesvese, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular, vehimler, hatıralar, kuruntular, kararlar gibi her şey bu iç dünyamızın kapsamına girer. Bu iç dünyamızda gelip geçenlerin bazılarını melekler de bilemez.[1] Gün ışığına çıksın çıkmasın iç dünyamızda neler olmuşsa hepsini bilen yalnız ve yalnız Allah’tır.
Ayet de bunu açık bir şekilde söyler:
لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِوَ
Yani “Doğrusu insanı yaratan Biziz ve iç beninin ona neler fısıldadığını iyi biliriz; zira Biz insana şahdamarından daha yakınız.” [2] İnsanı Allah yarattı ve onu başıboş da bırakmadı. Gönlünden ne geçiriyorsa en ayrıntısına kadar Allah bilir.
Bu ayet aynı zamanda iç benin insana neler fısıldadığına ve fısıldadığı şeylerin çoğunun iyi bir şey olmadıklarına da işaret eder. Sanki bizi iç dünyamızın bu yoğun konuşmalarından sakındırmaktadır.
Zihnimizin bize dayattığı iç konuşmalar, hayatımızın çok büyük bölümünü işgal ederler. O kadar ki bazen yapılması gereken önemli işlerimizden bile bizi alıkoyar. İstemeyerek bize misafir olan bu konuşmalara yoğunlaştığımızda yavaş yavaş davranışlarımıza da bulaşırlar. Ne kadar masum da olsalar değil mi ki bilinç dışımızdan bize geliyorlar, vicdanımızın süzgecinden geçirmedikçe onlara “evet” dememiz hiç de uygun değil. O halde mümkün oldukça bu tür düşünce kırıntılarına ve onların önemli vaktimizi almalarına izin vermememiz gerekir. Ayet “iç benimizin fısıltılarını Allah bilir” derken, O’ndan gizli hiçbir şey yapılamayacağına dikkat çeker. Ölçümüz başkasının bilmesine razı olmadığımız şeyi iç dünyamızda evirip çevirip vaktimizi boşuna harcamaya meydan vermemektir. Net ve şeffaf olmak! Hele iç benimizin fısıltılarına son derece dikkat etmek.
Obsesyonlar ve bütün kişilik bozukluklarının ilk belirtilerinin iç dünyamızda oluştuktan sonra davranışlarımıza intikal ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. İç dünyadaki yoğunlaşmalar davranışlarımızın hazırlık dönemidir. Ne kadar mantıksız düşünceler içinde oluyorsak o kadar davranışlarımız ölçüsüz olacağı bir gerçektir. İç dünyamızda olup bitenlerden insanların haberi olmayabilir, ama onlar Allah’tan asla gizli kalamazlar.
Gerçi söz ve davranışlara dökülmeyenden sorumlu değiliz. Dolayısıyla melekler de bunları yazmazlar. Nitekim Beyhaki Huzeyfetibnilyeman’dan naklettiği dikkat çekicidir: “Kelamın (söz), yedi kilidi vardır; onlardan çıktığı zaman yazılır, çıkmadığında yazılmaz: Kalb, küçük dil, dil, iki çene ve iki dudak.” [3] Ama ne olursa olsun hiçbir şey Allah’ın bilgisinden gizli değildir. Gönlümüzden geçenleri insanlar bilemez ama Allah bilir; o halde iç benimizin fısıltılarına da dikkat etmemiz gerekir. Bu da bir eğitim işidir, farkındalıktır.
Ayetin en can alıcı noktası وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يد yani “Biz insana şahdamarından daha yakınız” diye Allah’ın bize bizden daha yakın olduğunu özetleyen parçasıdır. O yaratandır ve ruhumuzu bize bağışlayandır. Her şey Allah’ındır; canlılık belirtimiz, ruhumuz, bin bir türlü duygu ve yeteneklerimiz…
Allah her şeye her şeyden daha yakındır; bir taraftan da cisimden ve mekândan münezzehtir, uzaktır. Bize bizden daha yakın olmanın elbette bir açıklayıcı tarafı olmalıdır. Aslında akıldan uzak kâinatta hiçbir şey yoktur. Biz kâinata uyumluyuz o da bizim duygularımıza uyumludur. Aksine kozmik birliğin içinde bulunamayız. İnsan ve kozmos birbirinden kopuk olamaz. Bu ayeti de bu çerçevede anlamak gerekir; yani her şey o kadar da akla yakındır. Birçok konularda olduğu gibi çağımıza uygun bir izah tarzı geliştiren Bediüzzaman, bu ayetin izahını da son derece ikna edici bir temsille akla yaklaştırmış ve Kur’an’ın diğer sözlerden çok farklı bir yaklaşımda bulunduğunu gözler önüne sermiştir.
Bediüzzaman güneşi metafor olarak kullanır. Güneşin kayıtsız nuru ve maddesiz aksiyle insana ruhunun penceresi ve onun aynası olan göz bebeğinden daha yakındır. Oysa insan vücut mahfilinde tutsak olduğu için, güneşten çok uzaktır. Şu kadar var ki güneşin sıcaklığından, ışığından ve renginden azami derecede yararlanabilir. O kadar ki bu özellikleriyle adeta güneşe dokunur gibi insan kendini hisseder. Ancak cismen güneşe yakın olabilmek için birçok kayıtlardan soyunmak durumundadır. Allah da bu temsilde olduğu gibi nuraniyet sırrıyla bize bizden daha yakındır, bizse O’ndan nihayetsiz uzağız.[4]
Bizi yaratan olması noktasında Allah bize bizden yakındır ve bizse O’ndan çok uzağız. Önemli olan manen O’na yaklaşma fırsatını arayıp hayatımızın bütününü buna göre düzenlemektir. Namaz bizi O’na en çok yaklaştıran ibadet türüdür. Mirac’ın hakikatini içinde barındıran namazla insan mesafeler kat ederek, her “Allahuekber” dedikçe Allah’a yaklaşır ve adeta O’na muhatap olur gibi bir pozisyona girer. Bediüzzaman namazdaki bu ulvi hakikati şu veciz ifadeyle algımıza sunar. “Güya her bir “Allahuekber” bir basanak-ı miraciyeyi kat’ına işarettir. İşte şu hakikat-i salattan manen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuaına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.” [5]
Manen Allah’a yaklaşmanın en kestirme yolu bilinçli kılınan namazdır. Günde beş vakit değişik rekâtlarla gerçekleşen yaklaşma, dünyanın ağırlıklarından da ve iç dünyanın vesveselerinden de kurtulma demektir.
İbadet bir tür boşluk ve yalnızlık duygularının doyumu demektir. Hangi düşüncede olursa olsun herkes derinlerinde bir yetersizlik hisseder; işte bu yetersizliği gidermek için bir takım çarelere başvurur. Dinlerin kendilerine göre ritüellerinin olması bundandır. Hak din olan İslam’ın ise, üyelerinin manevi doyumunu sağlayan en kapsamlı ibadeti ise “Namaz müminin miracıdır” diye kutsal tasvirdeki namazdır.
Allah bize yakındır; biz de O’na namaz vasıtasıyla manen pekâlâ yaklaşabiliriz. O’na her yaklaştıkça ruh ve bedenimize dolacak olan sağlıktır, dinginliktir, bilinçtir, farkındalıktır ve hayatın ta kendisidir. İnsan, yaratıcı olmadan olamaz ve O’na yakın olmadan da yaşadığını iddia edemez.
[1] Yazır, Hamdi Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet, cilt: 6, İstanbul.
[2] Kur’an, Kaf:16,
[3] Yazır, Hamdi Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet, cilt: 6, İstanbul.
[4] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, 16. Söz, 3. Şua, erisale.com
[5] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, 16. Söz, 4. Şua, erisale.com