Geçen haftalarda yine Risale Haber'de Ayşenur Kahveci Hanımefendinin "Sünnette Etkili İletişim" başlıklı güzel bir yazısını okumuştum. Orada geçen "İnsan yüzünden sorumludur" cümlesi dikkatimi çekti. Gayri ihtiyarî "Ah kardeşim, sadece yüzünden mi sorumludur?" cümlesini ilave etmiştim. Mesela zahîrî uzuvlarından dilinden, gözünden, kulağından da sorumlu değil midir? Elbette o yazı, yüz meselesini işlediğinden gerisini okuyucuya bırakmıştı.
Yüz meselesi, biraz daha öne çıkıyor elbette. Çünkü iletişimde sözden önce geliyor yüz. Öğretmenlikte, yüz daha da önemli. Bununla ilgili çok hatıramız da var. Karşında bir sürü yüz var ve onlara mukabil, herkesin teveccüh ettiği bir yüz de sen oluyorsun. O zaman senin yüzün ve o yüzü daha da önemli ve çekici hâle getiren gözün, bakışın çok daha dikkat çekiyor.
Bir gün hatırlayamadığım bir sebepten, moralim bozuk; yüzüm de biraz asıktı. Öğrencinin biri geldi ve direkt yüzüme:"Hocam, moraliniz bozuk, yüzünüz de asık" dedi. "Evet, biraz öyle oldu" dedim. Buna mukabil öğrencimiz: "Hocam, sizin buna hakkınız yok. Çünkü siz, bize sürekli mütebessim görünüyor ve çok pozitif enerji veriyorsunuz. Biz sizi böyle gördük ve size böyle alıştık ve sevdik. Bu hâliniz ise, hem itici hem de moral bozucu oluyor. Lütfen eski hâlinize dönünüz" demişti. Epeyce sarsıcı ve ders verici olmuştu, bu ikaz bana. Empati yaparak, bu sözleri ve ikazı tarttığımda, öğrenci kardeşime hak verdim. İnsanın bulunduğu hâlet-i ruhiyesi, hemencecik yüzüne yansıyor. Bu da insanı hemen ele veriyor. Yani yüzün, hâl dilinin özeti konumunda. Bakışlar, yaydan fırlayan ok gibi, geri gelmiyor. "Bana şöyle bakmıştın, yüzün de asıktı" diyen birini, hangi sözünle ikna edebilirsin ki? Bizim esnaf yönümüz de olduğu için, ticarette de yüzün verdiği mesajın kerametlerini çok görmüşümdür. Aslında "Bu yüzde hile yok" dedirten bir Peygamberin (asm) ümmeti olarak, yüzümüzün içimizin aynası olması da gerekmez mi? Nezaket dediğimiz inceliğin de önemli tarafı yine yüze bakıyor.
Yüzün bir de biricik ve vahdete ayna olan ciheti var. Yeryüzünde türler âdedince olan yüzlerdeki ittifak vahdeti, (tümünü bir Allah'ın yarattığını) fakat bu benzeyişe rağmen, hiçbirinin tıpatıp aynı olmayışı da ehadiyete (hepsini tek tek Allah'ın yarattığına) geniş bir ayna olmakta. Hem de sonsuza yakın sayılarıyla.
"Senin yüzün ve veçhin o kadar küçüklüğü ile beraber, geçmiş ve gelecek bütün insanların âdedince kendisini onlardan ayıran ve tarif eden nişan ve alametleri hâvidir" cümlesi, ne kadar câmi bir ifade değil mi? Yüzlerin birbirinden ayrı oluşu, bu yüzleri fert sayısınca farklı yapan Zât-ı Zülcelal'in muhtar oluşuna (istediğini yapabildiğine), fakat yüz dediğimizde hep aynı şekli akla getiren yapıda olması da yine O'nun bir tek (Vahit ve Ehad) oluşuna delil olmakta. Bu kadar isabete, hiç tesadüf karışabilir mi? Bu kadar aynı oluş, yapan ustanın bir tek oluşunu göstermez mi? Fakat metnin devamında bundan daha önemli bir tespit var ki hayreti muciptir.
"Yüzün o küçücük sayfasında nasıl gayr-i mütenahi nişanlar derc edilmiştir ki göz ile okunur da nazar ile yani akıl ile görünmez." Yüz resimleri ile dolu bir resim galerisine giren insan, galerideki yüz resimlerinin ressamını hemen merak eder ve sorar. Fakat aynı soruyu daha çoklukla gördüğü canlı yüz resimleri için sormuyor, soramıyor, soramadığı için de Ressam-ı Hakîkî'yi göremiyor. Ne fark eder? Biri mürekkep, diğeri ise toprak zerreleri ile çizilmiş. Çizilen resim, ressamını göstermez mi?
Nereden başlamıştık? İnsan, sadece yüzünden mi sorumludur. Evet, ehadiyete geniş bir ayna olan yüzden, başta o yüzü bize gayet muntazam ve hakîmâne şekilde takan Zât'ı tanımak, hürmetle tanıdığımızı O'na bildirmekten elbette sorumluyuz. "Bazı yüzlerin ağaracağı, bazı yüzlerin de kararacağı" (Ali İmran 106) o ebedî günde, ağaran yüzlerden olmak için, hiçbir cihetle taklidi mümkün olmayan bu yüzlerin, hangi tezgahta ve kimin dokuduğunu bilmekle yükümlüyüz. Yani "Bizimdir, istediğimi yaparım." dediğimiz, fakat ne idaresine sahip ne de pörsümesine engel olamadığımız yüzümüzün, hakîkî sahibini tanımak, biricik işimiz. Bize bırakılmış sadece dış bakımını bile düzgün yapamadığımız yüzümüzün ve diğer âzalarımızın idaresinden bile haberimiz ve müdahalemiz yok.
Sadece yüz değil, yüze takılı gözden, ağızdan, kulaktan da sorumluyuz. Zaten yüze güzellik ve zarâfet katan da bu cihazlarımız. Bu cihazlarımıza derinlik ve kıymet kazandıran da aklımız değil midir? Düşünün devede de göz, ağız, kulak var ama bunlar kaç kuruş eder? İnsanınkine ise paha biçilmiyor. Bu pahamız, aklımız sayesinde işte. Çünkü akıl, bizi kâinatın halifesi ve biricik misafiri dercesine çıkarmış. Her bir âzamız birer altın çekiç değerinde. Bu altın çekiçlerle taş mı yontuyor, onları nefis hesabına mı çalıştırıyoruz; yoksa onları birer anahtar hükmüne getirip onlarla "rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini"mi açmaya çalışıyoruz? Yani bunların hepsinden sorumlu değil miyiz?
Bir ev düşünün, penceresi yok, kapısı unutulmuş; çatısı çatılmamış. Böyle ev olur mu? İşte göz, insan sarayının penceresi; ağzı, kulağı kapıları; aklı ise çatısı sayılabilir. Saray pencere, kapı ve çatı ile bir değer kazanıp bir anlam ifade ettiği gibi, insan da bunlarla İnsan değerini kazanıyor. Evimizin penceresinden haramilerin girmesine müsaade eder miyiz? Yani pencereden sorumluyuz. Ya kapıya olur olmaz şeyleri layık görür müyüz? Kapımızı temiz tutmaktan hem de daîmî olarak sorumluyuz. Kapımızın kilidi ise, en dikkat ettiğimiz, gözümüzü ayırmadığımız kısımdır.
Evet göz penceresini temiz tutmak, bu pencereden "şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyeyi, küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerini" seyretmekle sorumluyuz. Yoksa göz bir mezbeleye dönecek, âdî bir arsız derekesine düşecek. Belki milyonlarca sene sonra seyretmekten ar edeceğimiz bir fotoğraf galerisine dönüşecek.
Yine ağız kapısından ve bu makine-İlâhiyeye takılan dil kilidinden ve nezaretçisinden sorumluyuz. Hem de pek daha fazla. Çünkü dil, iki şekilde yangına kapı aralıyor. Biri, midedeki yangın ki fazla bahşiş verenleri tercih etmesi ile midede sebep olduğu yangın. Diğeri de "söz yangını" ki en tehlikeli ve tahrip edenidir Çünkü o dil, artık kardeşini yaralamış ve kardeşinin yakasına belki de bir daha hiç çıkaramayacağı yapışkan ve kirli bir etiket takmıştır. Değer miydi? Gıybetini ve dedikodusunu yaptığın kardeşini, sığınacağı bütün köşelerden kovdun, hüzne boğdun, örtünebileceği bütün örtülerden sıyırdın onu. Gönüllerden kovdun, gözden ırağa, bir kuyuya attın onu. Ne kazandın peki? Söz yangını çıkardın bir şekilde. Neticesiz, kimseye faydası olmayan kelâm israfında bulundun.Hem de helalliği zor, belki de imkânsız olan bir yük yüklendin. Adı bile zor anılır bir ete talip oldun. O zaman susmayı deneyelim. Susmak bazen konuşmaktan daha değerli, tesirli ve iş çözücüdür. Denemesi de bedava.
Evet dostlar, dilini tutan kurtulur. Sorumlu olduğumuz cihazlarımız, sorunlu olduğumuz cihazlara dönmesin inşallah.
Selam ve dua ile.