Her yazı bir sancıdır aynı zamanda. Neyi, nasıl yazacağın kadar, en doğru en kısa şekilde yazabilmek de ayrı bir hüner. O da bizde biraz kıt. Onun için, her yazı, bazen insanı sarsıyor ve uzunca düşündürüyor.
Fakat insan üzerine yazmak, daha da ayrı bir sancı. Çünkü "en câmi, en bedi' ve en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir mu'cize-i Kudret" olan insan; mânidar bir mektub-u Rabbani, bir kaside-i kaderdir de ondan. Bu insan, öyle cihazat ve aletler, hissiyatlar; nefis, heva, ihtiyaç, iştiyak, hırs ve dava ile de donatılmış ve bu geniş dünyada tasarrufa memur kılınmıştır. Böyle bir insanı, değil bir yazı, kitaplarla da efradını câmi olarak anlatabilmek ne mümkün?
Bunlarla birlikte, insana asıl değer katan, ona verilen hitap, konuşma kabiliyeti ile beraber; Sultan -ı Ezeliye muhatap olması ve O'nun isim ve sıfatlarına geniş bir ayna olma makamına yükseltilmesi ve neticede Allah'ın insanı kendine muhterem bir misafir ve sevgili bir muhatap olarak kabul etmesidir.
Evet, insan câmi bir mahiyette ve en kıymetli ve en işe yarar cihazlarla donatılmış. Bir gözle her türlü farklılığı ayırt edebildiği gibi, aklıyla da çoğu hakikatlere nüfuz edebilmekte, değil dünya belki kâinatı bir küre gibi önüne alabilmektedir. Binlerce tadı alan dili, sesi duyan kulağı yanında; ruhunun da cenneti satın alacak duygularla donatılması, câmiiyetinin başka delilleridir.
"Bedi" kelimesi, benim aklıma çok şey getiriyor. İnsan çoğu yönüyle örneksiz, emsalsiz az bulunur bir mahluk. Bazen sohbetlerde sorarım. Et ve kemik konuşur mu? Kulaktan giren ses, gözyaşına nasıl dönüşür? Bir kemik ve et yağını gülümsemekle, sevimli bir vaziyet alıp kalplere nasıl tesir eder? Hani bir evliyadan "Üstat hiç keramet göstermiyorsun" diye sorulunca, oturduğu yerden ayağa kalkarak "Buyurun keramet" demiş. Yürümeye, oturup kalkmaya göre dizayn edilen vücudumuzun başka bir örneği var mıdır? Beşiğimiz olan dünyaya, içindeki yer çekimine göre dizayn edilen vücut kütlemizin yanında; oksijene göre hazırlanan akciğerimiz, taamların özelliklerine göre donatılan ve tedbiri alınan midemiz, ilmin başı olan kaleme göre sıralanan parmaklar, özellikle baş parmağımız bu "bedi"liğin en bariz birkaç örneği değil midir?
İnsanın diğer bir can alıcı ve belki de çok hayatî özelliği de âciz ve fakir olmasıdır. Fakir çünkü her şeye muhtaç. Âciz çünkü ihtiyacı olduğu hiçbir şeyin yapıcısı değil. Ne kendi vücuduna hükmedip uyku için inen göz kapaklarına ve ne de açlığına engel olabiliyor. Ne aleyhindeki bir hücre bölünmesini durdurabiliyor ne de bedenindeki binler faaliyetten haberdardır. Her şeyi hazır bulmuş. Sadece hazırları tanzim için, bir nezareti var. Bu nezaret faaliyetini, asıl vazife zannedip gafletle asıl vazifesini unutması da onun maalesef önemli bir zaafı ve gafleti vaziyetinde.
İnsan, hem aziz hem de lâtif. Aziz olmasaydı, şerefine hiçbir şeyi eksik tutulmayan sofralar kurulur muydu? Mide için ayrı, kulak ve göz için ayrı güzellikte sofralar önüne açılır mıydı? Ama ne izzet değil mi? Bir, insanın sofrasına; bir de diğer misafirlerin koyunun, keçinin, köpeğin sofrasına bakınca; insanın izzet ve şerefini, azizliğini daha iyi anlıyoruz? Ya letafetine ne demeli? Bu letafetini gosteren mesela isar hasleti, diğergamlığı, takvası, hürmeti, şefkati, tevazuu, ensarlığı, hüsn-ü zannı, kavl-i leyyini, edebi, merhameti, fedakarlığı, vefası, şükrü, fikri, zikri, sabrı, adaleti, cesareti, sadakati, ihlâsı ile bir insan; nasıl bir güzellik, hafiflik ve melekiyet kazanır değil mi? Ne kadar lâtif insan deriz birine bazen. İşte bu özellikleriyle insan, hakiki ve lâtif insan olur ve yaratılış gayesi böylece tahakkuk eder.
İnsan, Rabbimizin bir mucizesi bir mektubu ve kaderin bir kasidesidir. Mucize, çünkü insanın bir benzerini yapmak mümkün değil. Robotlar var, doğru ama kumandayla ve kendisine yüklenenle sınırlı. Aşkı, muhabbeti, yemesi, içmesi, kabülü, reddi, torunu torbası olmadığı gibi; kendisinden haberdar bile değil. Değil insan, bir hücre dahi incelenip bitirilmeyi bekliyor. İnsan bütün bu yönleriyle bir mektup hüviyetinde. Tam çözülmeyi ve kâmil manada okunmayı bekliyor. Ebed arzusu, her şeyin iyisini talebi, geniş mâneviyat alanı ile hâlâ tam çözülebilmiş değil.
Biraz da meslekî yönden de ilgimden dolayı, daha çok "kaside-i kader" yönü ilgimi çekiyor. Kaside, övgü şiirlerinin genel adıdır. Naatlar, tevhid kasideleri, ölüm sonrası yazılan mersiyeler birer kaside sayılıyor. Dikkatle nazar edildiğinde her bir mahlukun, mevcudun sonsuz bir iradenin ve kudretin emrindeki kader kaleminden çıkan, o irade, kudret ve ilmin bir imzası, mührü, turrası ve tuğrası hükmünde; o vasıfların cemal, kemal ve azametine övgüler dizen birer kaside olduğunu rahatlıkla görürsünüz.
Bir basit yürümesi, içmesi, yemesi olmayan heykel; mesela, "Musa Heykeli" sanat tarihi derslerinde senelerce okutulup en ince yönleriyle inceleniyor. Böylece sanatçı çözülüyor ve heykelin sanatçısının sanat anlayışı kitaplara mevzu ediliyor. O cansız, çalışmayan dudağı; dönmeyen, görmeyen gözü; yürümeyen ayakları; çalışmayan, tutmayan eli; taranmayan saçı ve olmayan aklı ile senelerce incelenir ve sanatçısını nasıl gösterdiği övgülere konu olursa; gören ve dönen ve nice kalpleri donduran gözleri; yürüyen ayakları; tutan parmakları; yiyen, konuşan, hatta yapanını inkâr bile eden sözlerin döküldüğü dudakları; aşkı, nefreti olan, kalp ve düşünen aklıyla bir insanın yapıcısı en ince noktasına kadar tanzim edicisi ne derece daha açık övgüler ile kasidelere konu olması gereği, gün gibi açık ve âşikâr değil midir?
İnsan, üzerindeki ince nakış, ahsen-i takvimde cismine ve ruhuna takılan özellikleriyle Cenab-ı Allah'ı öven, her yönüyle sanatçısının sıfat ve isimlerini, cemalini, kemâlini, ezelî ve ebedî olduğunu gösteren, kasidelere de konu olan bir kasidedir.
İşte insanı bu kaside keyfiyetine yükselten,ahsen-i takvimdeki ulviyeti, letafeti ve önünde açık bulanan en yüksek mertebeye yükseliş imkânı, peygamberlikten bile önce gelen abdiyeti ile, "sevgili bir muhatap" ve "muhterem bir misafir" olmuştur.
"Sevgili muhatap" olmak...Hem de seninle beş vakit konuşmak isteyen bir Padişah-ı Zülcelal'in muhatabı olmak. Kendisiyle konuşmanın bir sürü vesilesini de bize talim eden bir Sultan-ı Zişan...Hatta melekleri bile secdeye davet ettiği, bu secdeyi etmeyen şeytanı da ebediyen huzurundan kovan bir Hâkim-i Bîmisâl. Kelâmı ile bizi serfiraz ettiği, hatta kelâmında tenezzülat yaptığından, bizim rahatlıkla okuyup sohbetine mazhar olabildiğimiz şefkatli Rabbimiz... Bunlar insanın kıymetinin, kadrinin hem Rabbimiz yanında, hem nefsül emirde ne kadar yüksek ve yüce olduğunun iz ve delilleridir. Bize düşen nedir?Sadece hakiki insan olmak.
Evet dostlar, hakikî insan olmak, ömür boyu süren dikkat, azim, sabır ve ilimle olur elbette. Bu sırdan uzak olmak ise, tam bir hüsran. Küçük bir tesbihini, yüzüğünü kaybettiğinde üzülen, dağılan, bağıran insan; o hakikî insaniyeti kaybettiğinde neler yapmaz ki? Kaybettiğinin farkındaysa tabii.
Selam ve dua ile.