İnsanın dinde çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz

Kur’ân ve Sünnet’ten habersiz bir tasavvufî hayat yaşanamaz. Zira dînî bilgisi eksik biri, takvâ üzere yaşadığını zannettiği hâlde, Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif sözler söyleyebilir, yanlış hâl ve davranışlara sürüklenebilir, yanlış fetvâlar verebilir.

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“İki kişinin dinde çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz:

  • Dünya hırsına sahip âlim,
  • İlimden mahrum ham sofu!” [1]

Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri’nin işaret buyurduğu, dinde fitne sebebi olan “câhil ve ham sofular” mevzuuna gelince: Öncelikle şunu ifâde edelim ki gerçek tasavvuf; kalbi tasfiye edip onu yalnızca Cenâb-ı Hakk’a tahsis edebilmek için girilmesi gereken mânevî bir eğitimdir. Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran bütün hâl ve tavırlardan arınmak için nefse karşı icrâ edilen ve hiçbir zaman sulhü olmayan büyük bir cihaddır. Kur’ân ve Sünnet’i takvâ ölçüleriyle yaşama gayretidir.

Tasavvufun mânâsından habersiz bir şekilde, “takvâ” ölçüleriyle yaşadığını zanneden bâzı ham sofular da, dînî bilgisi zayıf bâzı kimselere tesir ederek zarar verebilirler. Zira seyr-i sülûk esnâsında, yani mânevî terbiye yolculuğunda îfâ edilen riyâzat, mücâhede ve bâzı rûhî temrinler neticesinde, kalpte zuhûrat, tulûat, ilhamlar ve duyuşlar meydana gelmeye başlar. Bunlar, asıl maksat olmayıp aşılması gereken vehim ve hayallerdir. Ayrıca bunların Rahmânî mi, yoksa gayr-i Rahmânî mi olduğunu ayırt edebilmek için, ehil bir mürşide ihtiyaç vardır. Kâmil mürşidler, bu gibi zuhûrâtı Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde tahlil ederek müridlerine gerekli tavsiyelerde bulunur ve onların istikâmetini muhafaza ederler.

Fakat Kur’ân ve Sünnet’in istikâmet ölçülerini yeterince hazmetmeden veya kendisini şer’î ölçülerle irşâd edecek kâmil bir mürşidden mahrum bir şekilde bu tip zuhûratlarla karşılaşan bâzı sofular, farkına bile varmadan nefs ve şeytanın tuzağına düşebilirler. Gördükleri bâzı mânevî işaretlerle kendilerini kemâle ermiş zannederek etraflarına doğru-yanlış telkinlerde bulunmaya, âyet ve hadisleri kendi noksan bilgilerine göre yorumlamaya başlayabilirler. Bu gibi câhiller, irşâd ettiklerini düşünerek farkına bile varmadan kendilerine uyanları yoldan çıkarabilirler.

Bu hakîkatten dolayıdır ki Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri bir mürîdine şu nasihatte bulunmuştur:

“İlim öğrenmekten hiçbir zaman uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan da uzak dur ki onlar, din yolunun tahripçileri ve Müslümanlığın yol kesicileridir.”

KERAMET VE İSTİDRAÇ

Ayrıca bâzı câhil sofularda birtakım fevkalâde kâbiliyetler de bulunabilir. Meselâ bâzıları, zihinden geçenleri okuyabilirler. Cinnîlerden huddâm kullanmak sûretiyle birtakım sırlara vâkıf olabilirler. Muhâtaplarını da bunun, mânevî bir tasarruf salâhiyetiyle olduğuna inandırabilirler. Câhil insanlar da; “Bu insanın keşfi açık, benim kalbimdekini bildi.” diye düşünebilir. Hiss-i kable’l-vukû, yani gerçekleşmeden evvel bâzı şeylerin hissedilmesi veya mâlûm olması gibi sıradışı hâller de, Allâh’ın bâzı kullarına olan bir imtihan şeklidir. Bu tip hissiyat, doğru da çıkabilir, yanlış da…

Kurtubî’nin gayb bahsinde bir hâdise nakledilir:

“(Zâlim lâkabıyla meşhur olan Emevî vâlisi) Haccâc’ın (v. 95/714) huzûruna bir müneccim girer. Haccâc, onun gözlerini bağlattıktan sonra eline biraz çakıl taşı alarak onları sayar ve:

«Elimde kaç tane taş var?» diye sorar.

Müneccim, taşların sayısını doğru olarak söyler. Haccâc bu defa saymadan bir avuç taş alır:

«Şimdi söyle bakalım, elimde kaç tane taş var?» der.

Müneccim, tahminde bulunur, fakat yanılır. Sonra da:

«Ey emîr! Öyle zannediyorum ki onların sayısını siz de bilmiyorsunuz?!» der.

Haccâc:

«Evet, bilmiyorum.» deyince müneccim:

«O hâlde sizin bilmediğinizi ben de bilemem.» der.

Haccâc:

«Bununla öncekinin arasında ne fark var?» diye sorunca müneccim:

«Öncekileri saymıştınız, o zaman taşların sayısı gayb sınırlarından çıkmıştı. (Sizin zihninizdeki, benim zihnime transfer olmaktaydı.) Bunları ise saymadınız, işte bu gaybdır.» der ve; «Gerek göklerde gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, yalnız Allah bilir…» (en-Neml, 65) âyetini okur.”[2]

İşte bu hâdise, muhâtabının zihninden geçenleri okuyabilme kâbiliyetine tipik bir misaldir. Yani bu tip kâbiliyetlerin ille de mânevî bir makâm ile îzah edilmesi gerekmez. Zira Hind fakirleri de birtakım rûhî temrinler neticesinde -ateş üzerinde yürümek gibi- bâzı fevkalâde davranışlar sergileyebilmektedirler.

Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Kendisine kerâmetler verilmiş, hattâ havada bağdaş kurup oturan birini görseniz bile hemen ona aldanmayın! İlâhî emir ve nehiylere riâyet ediyor mu, ilâhî hudutları muhafaza ediyor mu, şer’î hükümleri hakkıyla edâ ediyor mu, ona bakınız! (Aksi takdirde onun bu hâli, kerâmet değil istidraçtır.[3]) (Beyhakî, Şuab, III, 304; Kuşeyrî, Risâle, s. 58)

 

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarından Hikmetler, Erkam Yayınları

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

İslam Haberleri