İnsan, maddî ve manevi yönü olan, zaafları, faziletleri bulunan, zıtların kendisinde cem edildiği bir mahiyette yaratılmıştır. Maddî yönüyle bütün mahlûkatın üzerinde cihâzâtla donatıldığı gibi, maneviyât yönüyle de kaderden ehemmiyetli programlarla donatılmış, halife-i arz makamındadır. Zaaflarıyla hayvanlardan aşağı, faziletleriyle meleklerden üstün bir varlıktır. İşte insanı, zaaf ve faziletlerin cem olduğu maddî ve mânevî yönü görülmeden sadece tek yönlü bir varlık olarak düşünülerek verilecek terbiye nakıstır. ‘Yapan bilir, bilen konuşur’ kaidesince, insanı yaratan, insanı en iyi nasıl terbiye edileceğini bilendir. Bu yüzden terbiyenin esası Kur’ân ahlâkıdır. Kur’ân’ın yaşayan modeli olan Resûlullah’ın örnek hayatı, yani sünnet-i seniyesidir. Bugün sefih medeniyetin çarkı içinden geçen bireylerin mânevî buhranlar geçirmesinin temel sebebi, insanın bu yönünün ihmal edilmesidir.
İnsanda yüzlerce değişik ulvî ve süflî his mevcuttur. Her bir hissin ayrı ayrı lezzet ve elemleri vardır. İnsandaki hislerin gelişmesi iştah ve ihtiyacı doğurur. İnsanlardaki bu hisler mânâ tarlalarına serpilmiş tohumlar gibidir. Ulvî hislerin uyarılması ölçüsünde hakiki insan olurken, süfli hislerin uyarılması neticesinde insaniyet makamından sukût etmektedir. İnsanın imtihan noktası da tam burasıdır. Sınır konmamış kuvvelere bağlı olan bu hisler, ya hakikatlerle beslenecek ve insanı kâmil bir noktaya taşıyacak ya da çirkin ve zehirli mânâlarla beslenecek, hayvanattan aşağı derekelere düşecektir. Zahir ve batın duygularımızdan gelen mânâlarla beslenen hisler, mânâların temizliğine ve kirliliğine göre büyüyecektir. İşte insanda bu mânâları tarayacak hislerin ulvilerini büyütüp, süflî hisleri öldürecek bir mekanizma vardır. Bu mekanizma akıl, kalp ve nefis üçlüsünün işbirliği ile gerçekleşir.
İnsanın mânevî mahiyetini oluşturan üç önemli nokta olan kalp, akıl ve nefistir. Akıl, beş duyumuzu kullanarak çevremizi ve varlıkları anlar. Bunların hikmetlerini çözmeye çalışır. Marifetle beslenir. Akıl, mânâ olan bilgilerin tezahür yerleridir. Akıl midesinin gıdası, tefekkür ve marifettir. Akıl midesine giren bilgilerin dine uygun olması gerekir. Bunun için de dinî bilgileri öğrenmesi şarttır. Çünkü fıtraten hat konmayan bu kuvvelere şeriatça hat tayin edilmiştir. İşte şeriatı bilen ve uymak isteyen akla, ‘akl-ı selim’ denir. Selim olan akıl, şeriatın bildirdiği iyi şeyleri kalbe bildirir. Kalp de bunları yapmayı irade ederek, dimağdan çıkan hareket sinirleri vasıtasıyla organlara yaptırır.
İyi veya fena şeyleri yapmak arzusunun kalbe yerleşmesine ‘ahlâk’ denir. Yani kuvve-i akliyeden kalbe bildirilenler ne kadar şeriata uygunsa, kalpte o nispette ‘ahlâk-ı hasene’ ortaya çıkar. Kalp yaratılışta selimdir. Fakat bu selim olma hâli, korunmaya muhtaçtır. Kalbin selâmeti bozulursa, akıldaki hikmet de bozulur. Akıl, hikmeti (hakkı batıldan ayırt edebilme kabiliyeti) bulamazsa, ifrat ve tefrite girer. Böylelikle kötü ahlâk ortaya çıkar. “Beşerin şehevi ve gadabi kuvveleri, kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olmasa, beşer mücahedesinden dolayı melâikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanâttan daha aşağı olur. Çünkü özrü yoktur.” (İ.İ., s. 254)
Melâike sırf akıldan yaratılmış, ‘hayr-ı mahz’dır. Hayvanat sadece şehvetten yaratılmıştır. Hayır ve şerden mahrumdur. İnsan ise, hem akıl hem şehvet ve gadaptan yaratılmış, hayır ve şerre cami bir varlıktır. Onun için özrü yoktur.
İnsan, aklı olmasına rağmen, şehvetin esiri olursa hayvandan aşağı düşer. Şehvetine rağmen istikamette olursa melâikelerden üste çıkar.
İşte insanda ulvi hislerin büyümesiyle ahlâk-ı âliyenin olması için sadece akıldan gelen şeraite uygun uyarılar değil, bununla birlikte nefsi de sürekli bir şekilde kalbi etkilemeye çalışır. Nefis, bedene tatlı gelen şeylere düşkündür. Bunların iyi veya kötü olmalarını veya faydalı veya zararlı olmalarını dikkate almaz. Arzuları şeriatın emirlerine uygun olmaz. Şeraitin yasak ettiği şeyleri yapmak nefsi kuvvetlendirir. Daha beterini yapmak ister. Fena, zararlı şeyleri iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırmak, zevklerine kavuşmak için çalışır.
Kalbin nefse aldanarak fena huylu olmaması için şeriata uyarak kalbi kuvvetlendirmek, nefsi zayıflatmak lâzımdır. Böyle bir durumda ‘zevk-i selim’ ortaya çıkar.
Aklı, selim yapan, kalbin selim olmasıdır. Çünkü, “Nur-u akıl, kalpsiz olmaz.” İkisinin selim olması da nefsi selim yapar.
Aklı beslemenin, kalbi hastalıktan korumanın yolu, bunlara lâyık oldukları gıdaları verebilmektir. “İnsanın nefsi rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahimiyetin tecelliyâtıyla nimetlendikleri gibi akıl da hakîmiyetin letaifiyle zevk alır” (Şuâlar, s. 637)
İşte bu üçlünün vasat çalışması, yani bu mânevî mekanizmayı bozmadan çalıştıran, ifrat ve tefritten uzak olması ancak, sünnet-i seniyye ile mümkündür. Aklın ne ile besleneceği, kalbin nasıl tasfiye edileceği, nefsin terbiye metotları ancak Resulullah’ın (asm) örnek hayatında mevcuttur. Çünkü O bunu yapmıştır. Geldiği asırdaki Arap kavimlerini öyle bir terbiye etmiştir ki, o bedevi kavimler medenilere üstat ve muallim olmuştur.
İşte Resûlullah (asm), ümmiliğiyle beraber, bir kuvvet ve saltanatı olmadığı halde, öyle bir vaziyette büyük bir işe teşebbüs etmiş, bütün efkâr-ı âmmeye galebe çalmış, bütün ruhlara kendini sevdirmiş, bütün tabiatların üstüne çıkmıştır.
Kalplerden vahşi âdetleri, çirkin ahlâkı kaldırarak pek yüksek güzel ahlâkı tesis etmiştir. Kalplerdeki kasavetin yerine ince hissiyâtları yerleştirmiştir. Resûlullah (asm) bu muazzam inkılâbı yaparken, fıtrat kanunlarına adetullahaveiçtimâî hayat düsturlarına uygun bir metot kullanmıştır. İşte insan duygularını eğitmek insanın fıtratını, mahiyetini bilme ile alâkalıdır.
İnsanın yaratılışından getirdiği bazı hususiyetleri nazara almadan yapılacak eğitim ölçüsüz olacak ve ifrat ve tefritlere taşıyacaktır.
Kur’ân’ın yaşayan modeli olan Resulullah’ın (asm) getirdiği terbiye metodunda birçok zenginlik vardır. Sünnet-i Seniyye’de öyle programlar var ki, her fıtrata uygun metotlar, her uzvu, duyguyu besleyecek gıdalar, mânevî mekanizmayı koruyacak enerjiler, hastalanma ve yaralanmalara karşı tedaviler, içeriden ve dışarıdan nefis ve şeytanı altedecek silâhlar, mânâ zehirlenmelerini temizleyecek antivirüs programlar, manevi dereceleri arttıracak, ahiret-dünya muvazenesini sağlayacak, hikmet okumaları yaptıracak, bakış açısı ayarı yapacak, nefsi terbiye edip aklı ve kalbi tasfiye edecek, görünen ve görünmeyen, maddi ve manevi düşmanlara galip getirecek nice programlar ihtivâ eder. Hâsılı bir insan olarak yaşanabilecek, hissedilebilecek, görülecek, duyulacak her şeye karşı, muhafazaya yönelik terbiye metotları Sünnet-i Seniye’de bulunur.
Resulullah’ın eğitim modelinde insanın zaafları, güçlü yanları, yaşadığı toplum, kültür seviyesi, başından geçen hadiseler, içinde bulunduğu hâlet-i ruhiye gibi, ince, hassas bir eğitim anlayışı vardır. Sünnet-i seniye, eğitimcilerin, psikologların, sosyologların henüz daha gelemediği bir seviyede âlî bir terbiye metodu uygular.
O’nun terbiye metodu, her yaşa, her kültürden insana, her ruh hâline, her fıtrata uygun, hâsılı bütün insanlığın ihtiyaç duyduğu bir eğitim modelidir. Onun hayatını örnek almak, insanlığı ahlâk-ı aliyeye götürecektir. Ahlâk-ı âliye ise, ifrat ve tefritten uzak, ihlaslı bir vasat yaşama halidir. İnsana düşen, maddi ve manevi cihazatı, yaratılışlarına uygun gıdalarla beslemek ve hakiki bir insan olarak yaşamaktır.
Yeni Asya