İran nükleer anlaşması ve ötesi

İran'la nükleer anlaşmadaki son gelişmeler, AB’nin son bir senedir ABD ile yaşamış olduğu fikir ayrılıklarının en somut halkası ve transatlantik ilişkilerin dengesini kaydırma gücü ve etkisine de sahip.

ABD Başkanı Trump’ın İran nükleer anlaşması ya da diğer adıyla Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilme kararı, esasen sürpriz bir gelişme değil. Bu kararın gerek dünya kamuoyunda gerekse AB çevrelerinde bu derece yankı bulmasının esas sebebinin, Trump’ın seçim manifestosunda yer alan vaatlerini tek tek ve birbiri ardına gerçekleştirirken, ittifak ilişkilerini adeta hiçe sayması ve çok-taraflılığa meydan okumaktan çekinmemesi olduğu düşünülebilir. Öyle görünüyor ki Trump Avrupalı müttefiklerini gerek diplomatik gerekse ekonomik alanda köşeye sıkıştırmanın ve bunun sonucunda transatlantik ilişkilerde patlak verecek yeni bir krizin olası tüm maliyetini de göze almış durumda. İddia edildiğinin aksine, ABD’siz bir İran nükleer anlaşması sonrası dönemde, bir sonraki hamlesi için kurguladığı yeni bir stratejiden de tam anlamıyla yoksun olduğu söylenemez.

Aslında ABD’nin gerek Suriye ve Irak’ta gerekse de Ortadoğu’nun genelinde nüfuzunu gün gittikçe artıran bir İran’ı baskı altında tutmak istediği, orta ve uzun vadede İran’da bir rejim değişikliği arzuladığı aşikar. Dolayısıyla, gerçekleşmesi zor da olsa masada böylesine bir stratejinin var olması ve İran bahsinde hem değerler hem de normlar üzerinden Batılı müttefikleriyle derin bir ayrışmanın içinde olması, ABD’yi İran nükleer meselesiyle ilgili revizyonist ve cüretkar adımlar atmaya itiyor. Son olarak Amerikan dışişleri bakanı Mike Pompeo’nun Pazartesi günü The Heritage Foundation’da yaptığı konuşmanın satır aralarına ve yaptırımların kalkması için İran’a sunulan 12 maddelik şartlara bakıldığında, ABD’nin esasen şartları iyileştirilmiş bir anlaşmadan ve İran’ı tekrar masaya oturtturmaktan ziyade onu marjinalize etmek, zayıflatmak, yalnızlaştırmak hedefine sahip çok aşamalı bir rejim değişikliği yaklaşımı içinde olduğu su götürmez bir gerçek olarak görülüyor. Aynı zamanda ABD bu meseleye, müttefik ilişkileri de dahil olmak üzere, anlaşmanın diğer tarafı olan Rusya ve Çin gibi uluslararası sistemde farklı ideolojik duruşu olan devletlerle ilişkilerini de riske atacak kadar faydacı ve tek taraflılık perspektifinden bakıyor. Kısacası, ABD için 2015 İran nükleer anlaşması, Batılı müttefikleri, Rusya ve Çin’in öngördüğünün tersine çatışmayı önleyici diplomatik bir enstrüman olmaktan uzak görünüyor. Özellikle anlaşmayı en başında beri sahiplenen ve bu anlaşmayı sadece anlaşmaya taraf ülkelerin bir diplomatik başarısı olarak değil, aynı zamanda barışın sağlanması ve sürdürülebilirliği için bütün Avrupa’nın bir kazanımı olarak gören AB için ise ABD’nin bu tutumu ne çok taraflılığın geleceği ne bölgesel dengeler ne de küresel güvenliğin/barışın inşası gibi perspektiflerden bakıldığında anlaşılabilir.

AB'ye küresel aktörlüğünü yeniden canlandırmla imkanı

Trump’ın nükleer anlaşmadan çekileceğini açıkladığı 10 mayıs tarihinden beri AB tarafından gelen açıklamalar da dikkate alındığında, şu gerçekle karşılaşılmaktadır: ABD’nin İran meselesini diplomasi ayağından çıkması ve ekonomik yaptırımları İran’da iş yapan Avrupalı firmaları da dahil edecek şekilde tekrar işleme koyması, AB’nin son bir senedir ticaretten iklim değişikliğine, güvenlikten çok-taraflılığa kadar bir çok konuda ABD ile yaşamış olduğu fikir ayrılıklarının son ve en somut halkası olarak, transatlantik ilişkilerin doğasını ve dengesini kaydırma gücüne ve etkisine sahip. Öyle ki AB’nin bundan sonra İran nükleer anlaşmasıyla ilgili atacağı adımlar ve anlaşmayı ve çok-taraflı diplomasiyi sahiplenen tavrı hem kendi normatif kimliğini hem de sorumlu küresel aktörlüğünü yeniden canlandırmasına yarayacak. Normatif güç olarak Avrupa’nın, özellikle son yıllarda gerek bölgesinde gerekse küresel ölçekte hızla güç kaybettiği ve 90’ların sonu ve 2000’lerin başında olduğu gibi etki meydana getiremediği de dikkate alınırsa, AB için her ne kadar yaptırımlardan kaynaklı ekonomik ciddi kayıplar söz konusu olsa da, İran anlaşmasının devamı, Avrupa’nın uluslararası saygınlığı ve barışçıl rolünü muhafaza etmesi için bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor.

Öte yandan, İran anlaşmasının mevcut haliyle mi devam edeceği, yoksa anlaşmanın taraflarınca gözden geçirilerek uluslararası topluma daha fazla güven verecek yeni bir sürümünün mü ortaya atılacağı şu an için belli değil. ABD çekilerek, bir ölçüde anlaşmaya gölge düşürmüş ve meşruiyetini zayıflatmış da oldu. Dolayısıyla anlaşmaya taraf olan diğer devletler tarafından yeni bir güven mekanizmasının ivedilikle oluşturulması ve İran’la nükleer barışın tesisi konusunda uluslararası kamuoyuna yeni güvencelerin verilmesi şart. Diğer taraftan, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin dün yapmış olduğu “Dünya bugün ABD’nin dünya için karar almasını kabul etmiyor. Devletler baskı altında olsalar bile bağımsızdır” ifadelerinin ve “Sen kimsin ki İran ve dünya hakkında karar alacaksın?” çıkışının sertleşerek devam edeceği ve İran tarafının bu şartlar altında anlaşmada revizyona sıcak bakmayacağını öngörmek de zor değil. Gerek İran gerekse anlaşmanın Avrupalı tarafları, ABD’nin rejim değişikliğine dayalı, geriye dönüşü olmayan, agresif bir İran politikası benimsediğinin farkında. Dolayısıyla, anlaşmayla ilgili olarak dünyaya yeni ve güçlü bir mesaj vermek isteyeceklerini düşünmek yanıltıcı olmaz.

Transatlantik ilişkilerin geleceği

İran nükleer anlaşmasından ABD’nin çekilmesi ve dışişleri bakanı Pompeo’nun yaptırımların sertleşeceğine dair mesajları, sadece önümüzdeki dönemde transatlantik ilişkilerdeki mevcut çatlakların derinleşeceğine dair sinyaller veriyor. Hiç şüphesiz, ABD’nin bu yeni agresif İran politikasının somutlaşması Suriye’den Irak’a, Irak’tan Lübnan’a ve Yemen’e bütün Ortadoğu’yu etkileme potansiyeline sahip. Yine aynı şekilde ABD’nin İran politikasının sertleşmesinin ve İran’ın daha ağır ekonomik yaptırımlarla çevrelenmesinin Batı dışı yükselen güçler tarafından da kabul edilebilir olduğunu düşünmek mümkün değil. Dolayısıyla, ABD’nin bu son İran hamlesinin olası tüm bölgesel ve küresel istikrarsızlaştırıcı etkilerinin (en azından ilk aşamada söylemsel de olsa marjinalize edilmesi için) anlaşmanın tarafı olan Batılı devletlere ve AB’ye önemli bir rol düştüğü açık.

Görünen o ki Trump dönemi transatlantik ilişkilerde, İran anlaşmasında olduğu gibi inişler çıkışlar kaçınılmaz. AB tarafında ABD ile köprüleri yıkmadan meydan okuyan bir söylem hakim olsa da, ilişkilerin geleceğini pratikte İran anlaşmasının doğuracağı sonuçlara karşı nasıl adımlar atılacağına dair somut gelişmeler belirleyecek gözüküyor. İran anlaşması, Trump dönemiyle birlikte daha da belirgin hale gelen, ABD ile AB arasındaki birçok bölgesel ve küresel sorunun normatif bir savaşa dönüştüğünün en önemli göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. İlginç olan ise İran anlaşması özelinde baktığımızda, her iki tarafın da meseleyi “iyilik” ya da “insanlığın iyiliği” üzerinden yorumlaması. Bu da bize transatlantik ilişkilerin bundan sonraki dönemde değerler üzerinden daha büyük bir ayrışmaya doğru gideceği izlenimini veriyor.

[Doç. Dr. Emel Parlar Dal Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]

AA

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Analiz Haberleri