Irkçılığı besleyen zemin cehalettir

Recai ALBAY

Akif makalelerin birinde, Avrupa’da bir hayli müsteşrikle görüştüğünü lâkin doğrusunu söylemek lazım gelirse, bir tanesinden başkasını ne gözü tuttuğunu ve ne de ruhu sevdiğini, söylüyor.
Gözüm tutmadı, diyor; çünkü şarkın ilimlerine, dillerine, adatına, ahlakına ait malumatları pek sathi, idi.
Ruhum sevmedi; çünkü kendi kamuoyunu aleyhimize çevirmek için en çirkin yalan ve iftiralara tenezzül ediyorlar.
Bu müsteşrikten dinlediğim ve dikkate değer sözleri sizinle paylaşmak ihtiyacını hissediyorum. Adam şöyle diyordu:

“Memleketinizde senelerce dolaştım. Osmanlı edebiyatını uzun uzun inceledim. Yarım asır evveline gelinceye kadar, sırf havas (entelektüel) için yazıldığından, okuyucuları çok sınırlı olan edebi eserlerinizin son kırk-elli sene zarfında mühim bir inkılâp geçirerek daha geniş bir okuyucu kitlesine (yayım alanına) mazhar olduğunu gördüm.
Lakin milletin ilerlemesi, terakkisi hesabına bu kadarı hiçbir zaman kâfi değildir. Memleketinizdeki yazarların sayısı üç iken üçyüze, okuyucuların sayısı yüz iken birkaç bine çıkmakla herşey olmuş bitmiş sayılmaz.

Aydın geçinenlerinizi, âlimlerden, ediplerden sayılanlarınızı görüyorum. Bunların bir kısmı oldukça çalışıyor ve çevresine nispetle hayli yükseliyor. Ancak çok azınlık olan bu kişilerin yükselmesi ekseriyete, çoğunluğa hiçbir faydası olamıyor. Çünkü içinizde halk ile meşgul olan, zavallı kitlenin ne halde bulunduğunu düşünen kimseye rast gelmedim.

Sizler “Avam” dediğiniz halk kitlesinin idrakini, anlayışını yükseltmedikçe, köylülerinizi bugünkü hallerinde bıraktıkça, farz-ı muhal olarak dünyanın en büyük adamlarını yetiştirseniz yine boştur, yine boş.

Hem bugün köylüyü düşünmek meselesi bir hamiyet, meselesi değil, doğrudan doğruya hayat meselesi, menfaat meselesidir. İyi bilmeliyiz ki: Asırlardan beri kendilerini sağdığımız o zavallı kitlede artık ne can kalmıştır, ne kan. Yanına sokulursanız ayakta duracak mecali olmadığını görürsünüz. Bu hâlihazır ihmalimiz biraz daha devamı biçareyi helâkete sürükleyecektir!

Bu âlemde hayr-ı mahz olmadığı gibi şerr-i mahz da yoktur, derler. Ne olurdu kavmiyet denilen o mel’un cereyan derhal siyasi bir şekil almasaydı yahut madem ki aldı, yurtlarıyla, ocaklarıyla, kitaplarıyla, gazeteleriyle, konferanslarıyla, nutuklarıyla anasır-ı İslamiyeyi (Müslüman milletleri) birbirine düşürürken aynı vasıtayla biraz da parçaladığı kitlelerin lisanına, ilmine, irfanına hizmet edeydi de bugün o büyük şerrin bari şu kadarcık bir hayrını gördük diyebileydik.

Akif şöyle devam ediyor; Arnavutluk, Araplık, Türklük, Kürtlük namına ortaya çıkan kavimlerinin ileri gelenleri, reisleri, bundan altı-yedi sene evvel bir yere çağırmış, kendilerine demiştik ki:

Kavmiyet (ırkçılık) cereyanı en medeni, en ilerlemiş cemiyetleri birbirine düşürür. Bizim gibi anasır-ı mürekkebesi  istisnasız cahil bulunan (okuma yazma oranının yok olduğu, hemen hemen tümünün cahil bir halktan oluştuğu Osmanlı’daki farklı Müslüman ırklar, farklı kavimler) bir cemaati ise  tarumar (parçalar) eder. Geliniz bu cereyanı körüklemeyiniz. Mensup olduğunuz kavimlere hizmet etmek istiyorsanız bunun yolu başka olmak icap eder. Evet, hepimiz biliyoruz ki, anasır-ı İslamiyenin büyük bir çoğunluğu irşada, aydınlanmaya, uyarılmaya muhtaçdır. Bunlardan meselâ Arapları irşad vazifesini Arap ukalasına (büyüklerine) bırakırız. Çünkü irşadına çalışacağı unsurun lisanını, adatını, mizacını, ruhunu diğer anasırın ukalasından iyi bildiği için muvaffakiyeti nispetle son derece kolay olur. Türk’ün, Arnavud’un, Kürd’ün uyanması için de aynı usulü, yolu takip etmeliyiz.

“O halde bu unsurların bütün ileri gelenleri merkezi hilafette (İstanbul) aynı çatı altında birleşirler, yol haritalarını belirleyip hep birlikte, müttehiden işe başlarlar. Aradaki İslami bağı güçlendirerek, mensup oldukları kavimlerini okutmak, yazdırmak, ilim ve irfan sahibi etmek, servet, sanat, ticaret hususunda terakki ettirmek için geceli gündüzlü uğraşırlar. Sonunda bu farklı ırklardan olan kavimlerin oluşturduğu bir ‘Birlik ve Tesanüd’den kalkınma hamlesi meydana gelir ki, Hilafet-i İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye’nin ebedi mevcudiyetine hizmet eder. Böyle bir meslek takip ederseniz, biz de sizinle beraber çalışırız, elimizden geleni katiyen esirgemeyiz…”

Görüldüğü gibi Akif, Osmanlı’yı oluşturan Müslüman kavimlerin, ırkların eğer sağlam bir İslami eğitime tabi tutulursa,  fen, sanat ve ticarette yönelip geceli gündüzlü çalışırlarsa, refah ve zengin bir hayata kavuşacaklarını, böylelikle İslam’ın müminleri birbirlerine bağlayan ‘kardeşlik ve eşitlik’ prensiplerinin uygulanmasıyla da toplumda yüksek bir tesanüdün ve dayanışmanın meydana geleceğini, ve bunun da bir Müslüman devlet olan Osmanlıyı ebediyen ayakta tutacağını, söylüyor.

Bunu Bediüzzaman Hazretlerinin şu klişeleşmiş sözü ile ifade edelim; “ Aklın nuru fünun-u medeniyedir (fen bilimleri). Vicdanın ziyası ulum-u diniyedir (din ilimleri). İkisinin bir araya gelmesiyle hakikat tecelli eder. Ayrıldıkları vakit, birisinden hile ve şüphe, diğerinden de inkâr ve taassup meydana gelir.

Bu ülkede hükümetler tarafından sadece bu teklifler yerine getirilirse, yani din ve fen bilimlerinin beraber verildiği bir eğitim sistemi uygulanırsa, hem gerçek bir demokratik zemin meydana gelir ve hem de farklı ırklardan, etnisiteden gelenler, birbirlerine kardeşçe muamele etmenin ‘İlahî‘ bir emir olduğu bilincini taşırlar. Muamelede ve idarede her kes kendini asli bir unsur olarak görür, kavga ve boğuşmaya da sebep kalmaz.

Akif, daha sonra şöyle devam ediyor:

“Heyhat! Bu teklif hiçbirinin işine gelmedi. Çünkü siyasi teklifler gibi sözlerle yürüyecek takımdan değildi, fiiliyata muhtaç id. Mücahedeye muhtaç idi. Çünkü burada izah edemeyeceğimiz birçok gizli sebepler de mevcut idi.”

Neymiş gizli sebepler! Eğer bugün olayları, bilhassa,  bu ırkçı zeminden menfaatlenen, beslenen, saltanat postuna kurulan, mümtaz bir mevki ve makam elde eden kesimleri, iyi tetkik ve tesbit edersek, ‘Irkçılık’ mikrobunun neden yok edilmek istenilmediğini de anlamış oluruz. Saltanat koltuklarına kurulanlardan ziyade, ben halkın bu tuzağı bozacağına inanıyorum. Bu ümmetten henüz hayır kesilmiş değildir. Hâlâ vatanın selametini, saadetini düşünenler ve bu mukaddes maksad uğruna fisebilillah uğraşanlar vardır.

Bizler, yani bugünün Kürtleri ve Türkleri olarak, bu kadar badireden, vahşetten, kan ve gözyaşından, kardeş kavgasından sonra heyhat! demeyip, kendimize düşen görevi Allah için yapmak, dini ve milli bir vecibemiz olsa gerektir.

Dili dönen ve aklı idrak eden her Müslüman fert, hangi ortamda olursa olsun, aynı zamanda İslam’ın emri olan yukarıdaki düşünceleri ve fikirleri yüksek sesle ifade etmelidir ve etmek zorundayız. Hakikaten artık bir “bekayı devlet” meselesi olarak karşımızda durmaktadır. Yine Akif’in ifadesiyle, her Müslüman fert, bunu açık bir üslup ile Kürtçe, Türkçe, Arapça kitaplar, gazeteler, dergiler yazılarak ‘Kürtçülük, Türkçülük, Arapçılık’ hastalığının olduğu her yörede dağıtılmalı ve dağıtmalıyız. Bin yıllık İslami zemini Batının ektiği yabani fikirlerden, mikroplardan arındırmalıyız. Her müslümanın dimağına ‘İnnemel Müminune İhvetun’ aşısını zerk etmeliyiz ki, zehirlenen dimağlar kendine gelsin, itikadı sağlam bir zeminin üzerine cemiyet otursun.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.