"Dinlendin mi?" diyor bir dostum. O da ne? Biz buraya dinlenmeye mi geldik? Yoksa inlenmeye mi?
Sonra ne yaptık ki? Kağnı arabaları ile yol mu aldık? Kara trende aç susuz bir meçhule mi götürüldük? Zindanlarda mı çürütüldük? Despot dönemlerin utanç belgelerine imza atanların gadri altında mahkum mu edildik?
Ne yaptık ki?
Gündüz fener, gece alay olmuş artık. Hayat bize tebessüm ederken biz de musibetlere tebessüm edelim, onun yüzüne gülelim ki küçülsün ve önümüzdeki hakikat büyüsün.
Cefası olmayanın sefası olmaz. Meşakkate talipli olmayanın dünya algısı sıkıntılıdır.
Sahi biz neredeyiz?
Ne yapmaya geldik?
Ne kadar kalacağız?
Bize en çok ne lazım?
Hangi açmazımızın duvarında ağlıyoruz?
Ve neyi öncelikliyoruz?
Dünyanın akıllısı biz miyiz?
Menfaatini, rahatını ve beklentilerini planlamakla geçen bir politik zeka ile nereye varılır?
Sonuçta değer mi?
Değer diyenler nerede?
Değmez diyenler nerede?
Hangisi hatırlanıyor?
Hangisi bizim ruhumuza üflüyor?
Şimdi bekleme değil, ekleme zamanı. Tarla sürme değil harman vakti. Her şey elimizin altında. Kainat hiç bu kadar teknolojiyi mucizevari bir surette insanın emrine vermemişti.
Bu bahtlı çağın bahtsız varlığı olmak ne tuhaf şey?
Şükür dışında seçenek var mı bu yaşanılası dünya hayatında?
Koşan durana selam verirken zaman kaybediyorsa bir gayret dumura uğratılıyor demektir. Koşarken selam ver, duran da koşsun ve sohbet koşanın hızında devam etsin.
Çağ hız çağı. Dünya ve fayda işlerinde hız, acele, düzen, zaman, taahhüt istiyoruz da, hizmet gündemi neden dağınık ve keyfe mayeşa olsun ki?
Neden yoruldum diyelim ki?
Sonra neden hazmetmeyelim artan tempoları?
Yükselen değerleri?
Bu bir fütuhat mevsimi.
Bu bir şafak vakti.
Bu bir gün doğumu.
Bu bir fecr-i sadık.
Fecr-i kazibinkizbine kezzap dökerek gelen bir dönem.
Risale Çağı.
Hoş geldin çağım.
Hoş geldin manevi bağım.
Hoş geldin hayat,coşku ve şevkli hizmet.
Hürriyetle imanın idraki ve deccalizmin gerilediği müjdeler eşliğinde bizi bekleyen daha doğrusu kucaklayan “nur çağına” tebessümle mukabele etmenin vakti.
"Hayat bir faaliyettir. Şevk ise matiyesidir."
Evet;
Hayat=Faaliyet.
Faaliyet yoksa hayat yoktur, yeknesaktır, obezittir, hantaldır, kıskançtır, menfaatçidir, menfidir, nefistir, kavgadır, engellemektir, sabotajdır, gıybettir, dedikodudur, su-i zandır.
İşi olanın telaşı olur, diğergamdır, ufka dikilmiş gözlerin tepeden berisini görme şansı yoktur. Dere boylarında eğleşenlerden fersah fersah uzaktır bu haller. Teferruat, o anın kusur hanesidir. Yapılanın nazardan koruyan eksiğidir. Hiç bir şeyin mükemmel olmadığının delilidir.
Hayat, teşebbüsün adıdır. Teşebbüs tecditle ruh kazanır. İrade ile harekete geçer. Tevazu ile devam eder. En büyük tevazu beklentisiz olmaktır. Bunun delili ise sadece hizmete adanmışlığın minnetsiz çizgisinde asla gevşememektir. Asla boyun eğmemektir. İltifata teslim olmamaktır. Dünyayı imtihan yeri bilip sığınmaktır. Hüzn-ü masumane içinde hayatın vicdanına sığınmaktır.
Ve dostuma dedim ki; "İş yapan yorulmaz."
İşi olmayanın ise ne yapacağı belli olmaz. Mutsuzlar, etrafını mutsuzlaştırır ve en kötüsü insanların umutlarını kırar.
Şimdi, tahavvülün teceddütle buluştuğu ve teceddüdün tebeddüle şevk verdiği bir zeminde teşebbüsle hayat bulmaktır.
Sonuç olarak; "Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası" olduğuna göre, faaliyetin ruhu da manevi hayatın inşa ve ihya edildiği faaliyetler bütünüdür.
Günlük telaşlarımız ve işlerimiz ve "çok yoğunum" hikayeleri ise sadece bir avuntudur.
Ve faaliyet hayatı keşfettikçe, insan yorulmaz.