Birinci Şua risalesinin hemen önünde fakat, On beşinci Şua’ya dahil son mektup hep dikkatimi çeker.
Mektup, konu itibarı ile Birinci Şua’ya dâhilken, On beşinci Şua’nın ruhuna uygun görülmüş olmalı ki, o makama dâhil edilmiş. Sayfa itibarı ile zaten peş peşe gelirler.
İtiraz eden eski bir dost bir zata, ehl-i dikkate ve mektuba muhatap herkese yazılan bir mektuptur.
Lahikalara hâkim üslupta ve Üstadımızın femm-i mübareklerinde yemine çok fazla yer yoktur. Fakat bu mektupta bir “yemin” bir de Risale-i Nur’un şeref ve haysiyeti ile takviye edilmiş yemin kuvvetinde bir “temin” yer alır.
Lahika’da, Yeni Said’in iman’da yaptığı inkılâbın gerisindeki “takviye kuvvetleri”nden bir kısmı resmedilir: Kudret & Rahmet-i İlahiye, Kur’an-ı mucizül beyan, Hazret-i Ali, Gavs-ı Azam…
Mektup, iddialı bir çıkış ile başlar: Avrupa feylesofları Risale-i Nur’a teslim oluyorlar.
İddianın dayanakları Risale-i Nur’daki “mantık” ve “hakikat” delilleridir.
Mantık: kelamın, felsefenin, bilimin, tekniğin ve medeniyetin banisidir.
Mantık, Aristo’dur. Yani kadim Yunan’dır, sonra Roma’dır, sonra Avrupa’dır, Rönesanstır, Aydınlanma’dır, Batı medeniyetidir.
Yani bugünkü Avrupa, Amerika, Japonya ve topyekün Batı’dır.
Peki “Hakikat” nedir ki, Risale-i Nur’da hep izahların serlevhası olmuş?
Üstadımız delilleri sıralarken hakikati bir metafor olarak kullanır. İzahlar hep “Hak” ism-i azamının incileri yakutları ve cevherleridir: Birinci hakikat, ikinci hakikat, üçüncü hakikat.
Hakikat “tasavvuf”un zirvesidir. Yunus’un adresi, Mevlana’nın kalbi, Rabbani’nin sesidir.
Yani bizim mahallenin dükkanlarında satılan bihemta elmaslardır!
Ondandır ki fart-ı zekaya malik mualla Üstadımız mektubun devamında “bizim mahalleye” de bir cümle sarfeder: “Risale-i Nur, ehl-i imanın imanını takviye eder!”
Risale-i Nur’un bu çift kutuplu mesleği, zülcenaheyn mesleğidir, ashabın turukudur, cadde-i kübra-i kur’andır.
Avrupanın kafir zalimleri ve Asya münafıkları “bizim mahallenin” de elmaslarını hırsızlayıp paslanmaya ramak bıraktıkları için, cilalanmaya ihtiyaçları vardı.
Risale-i Nur, Kur’anın feyzi ile onları cilalamıştır.
Etrafında surları yıkılan ve doğrudan doğruya kendini müdafaa eden Kur’an, i’cazını kendine çelik zırh yapmış ve elmaslarını âleme dağıtmaya devam etmiştir.
İşte Risale-i Nur, o i’cazın bir manevi mucizesidir.
Risale-i Nur birbirinden küstürülen dini ve bilimi tekrar barıştırmıştır.
“Hakikat ve mantık”, “bilim ve din” Risale-i Nur ile doğru istikametlerine yönlendirilmiştir.
Bunun müjdesini hem Allah’ın kelamı olan Kur’an, hem onun Habibinin risaletini omuzlarında taşıyan Hazret-i Ali, hem de sekiz yüz sene sonrasını “gayb-bin nazarı ile gören Gavs-ı Azam vermiştir.
Şu ses ise İmam-ı Rabbani’ye aittir: “Mütekelliminden ve ilm-i kelam ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve islamiyeyi delail-i akliye ile kemal-i vuzuhla ispat edecek.”
Bediüzzaman’ın yorumu: “Zaman ispat etti ki; o adam, adam değil, Risale-i Nur’dur.”
Eski Said, Sünuhat misüllü risalelerinde hep şu hissi-i kablel vukuyu yaşamıştır: “Bir nur çıkacak, bu Osmanlı memleketinin afakında bir nur zuhur edecek!”
Büyük bir ehl-i velayet, Eski Said’e parmağını uzatarak şu sözü haykırmıştır: “Şark tarafında bir nur zuhur edecek, bid’alar zülumatını dağıtacak!”
Bu sesler ve müjdeler sadece Doğu’ya ait değildir.
Eski Said’in “Risale-i Nur”u aradığı bir dönemde (1912) hidayete gelen Batılı büyük mütefekkir ve Filozof Rene Guenon, bütün Batılıların vicdanı namına şöyle haykırmıştır:
“Işık (Nur!) tekrar doğudan yükselecektir”