Mü’minin en önemli vasfını, başlıkta yer alan bu kısa mânidar âyet veciz bir tarzda ifade etmektedir.
Mü’minin tavrı, Allah ve Resûlü ne demişse, neyi emretmiş ise; “işittik ve itaat ettik” olmalıdır. Tam ve kâmil imân da budur.
“Îmân” ise, lügatta, “Bir kimseyi veyâ bir haberi tasdîk etmek” demektir. (1)
Şerîattaki ta’rîfini ise; İslâm ulemâsı şu şekilde beyân etmiştir:
الايمان: تصديق النبى (صلع) بالقلب في جميع ما علم بالضرورة مجيئه عليه السلام به من عند الله اجمالا في ما علم اجمالا و تفصيلا في ما علم تفصيلاYâni: “Îmân, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın Allahu Teâlâ indinden getirdiği zarûreten bilinen cümle ahkâm husûsunda, icmâlen bilinen hükümlerde icmâlen, tafsîlen bilinen hükümlerde ise tafsîlen Rasûl-i Ekrem (asm)’ı tasdîk etmektir.(2)
Üstad Bediüzzamân (ra) Hazretleri de Arabî İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde îmânı şöyle ta’rîf etmiştir:
ان الايمان هو النور الحاصل بالتصديق بما جاء به النبى عليه السلام فى ضروريات الدين تفصيلا و اجمالا فى غيرهاYâni: “Îmân, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın getirdiği bütün zarûriyyât-ı dîniyyeyi tafsîlen ve zarûriyyâtın gayrisini ise icmâlen tasdîk etmekle hâsıl olan bir nûrdur.”(3)
Çoğu peygamberlerin kavimleri, peygamberlerini tekzîb etmeleri sebebiyle toptan ve umûmî bir azap ile helâk olmuşlardır. Yâni, kökten silinmişlerdir. Bu ise izzet ve celâl-i İlâhînin tecellîsini gösteriyor. Hazret-i Muhammed (asm)’ın ümmeti ise; isti’sâl (toptan ve umumî helak) ile helâk olmamışlardır. Ya kılıçla, ya da başka bir tarzda terbiye olunmuşlardır. Bu ise, rahmet ve cemâl-i İlâhînin tecellîsini gösteriyor.
Hem o peygamberlere îmân edenler, Allah’a ve peygamberlerine hakkıyla itâat etmemeleri, belki سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا (işittik, isyan ile reddettik) deyip haddi aşmaları sebebiyle ağır cezâlarla cezâlandırılmış ve zor teklîflerle mükellef kılınmışlardır. Bu ise izzet ve celâl-i İlâhînin tecellîsini göstermektedir. Hazret-i Muhammed (asm)’ın ümmeti ise, diğer peygamberlerin ümmetlerine muhâlif olarak سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا (işittik ve kabul ederek itaat ettik) diyerek her konuda kemâl-i teslîmiyyetle Peygamberlerine itâatlerini ifâde etmişlerdir. Bu da rahmet-i İlâhiyyenin tecellîsi sebebiyledir.
“Kim Kur’ân’da mücma’ aleyh olan (üzerinde icmâ ve ittifak bulunan, o harfin Kur’ân’da sâbit olduğu husûsu, bütün kıraat imâmları tarafından kabûl edilen) bir harfi inkâr ederse küfre girer ve ona mürtedlerin hükmü icrâ olunur.” (4)
Bediüzzamân (ra) Hazretleri bu ma’nâda şöyle buyurmuştur:
“Bir harfin inkârı dahi kábil değildir.”(5)
Mü’minler, teklîfî emirlere karşı سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا dedikleri gibi; tekvînî emirlerden gelen belâ, musîbet ve hastalıklara karşı da سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا derler. Bununla, kadere teslîmiyyetlerini ikrâr ederler.
Kur’ân-ı Azîmüşşân, bütün zamânlara ve o zamânlarda yaşayan nev-i beşerin maddî ve ma’nevî bütün ihtiyâclarına kâfî ve vâfî derecede hakíkatbahş nurlarını neşretmiş ve ediyor.
Her zamân olduğu gibi, bu âhir zamânın en dehşetli ve fitneli devrinde Kur’ân’ın o nurlarına daha ziyâde ihtiyâc vardır. Zîrâ, bütün peygamberlerin, şerrinden Allah’a sığındıkları bu âhir zamân fitnesinde bizler, ancak doğrudan doğruya Kur’ân’a istinâd etmek ile îmân ve i’tikádımızı muhâfaza edebilir ve o îmân senedi ile ebedî Cehennem’den kurtulup sermedî bir Cennet’i, bâkí bir mülkü ve dâimî bir saltanatı kazanabiliriz.
Evet, şu fesâd-ı ümmet zamânında diyâr-ı ecânibden gizli bir zındıka komitesi vâsıtasıyla Âlem-i İslâm’ın içine atılan binlerce bâtıl ve hurâfe i’tikádlar sebebiyle îmânı tehlikeye düşen ve küllî ve dehşetli tahrîbâta ve rahnelere ve yaralara ma’rûz kalan; ve “Bir kurtarıcı yok mu?” deyip kendi derdine devâ arayan mü’minlere, birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, semâvî yüksek hıtâbıyla, “Ey insânlar ve ey ehl-i dalâletin bâtıl efkârı sebebiyle îmânı za’fa uğrayan mü’minler! Umutsuz olmayın. Her derde bir devâ, her ye’se bir recâ ve her zulmete bir ziyâyı bende bulabilirsiniz. Zîrâ, hak ve hakíkat, huzûr ve saâdet, âsâyiş ve adâlet benim elimdedir, bütün zulümât benim neşrettiğim envâr sâyesinde dağılabilir ve bütün müşkiller ancak benimle halledilir. Dünyâ ve âhiret saâdetini te’mîn etmek husûsunda beyân ettiğim ahkâm cihetinde bana denk ve emsâl olacak dünyâda başka hiçbir kitâb yoktur. Çünkü, ben, ezel ve ebed sultânı olan bir Zât-ı Akdesin ‘Âlemlerin Rabbi’ unvânıyla bir fermânıyım” diye ma’nen hıtâb ediyor.
İşte, dünyâ ve âhiret saâdetinin yegâne sebebi olan îmân ve i’tikádımızı muhâfaza etmek için Kur’ân’ın bu ma’nevî çağrısına ‘Lebbeyk’ deyip icâbet etmekten başka bir yol bulunmadığını bilen bizler, Kur’ân’ın eczâhâne-i kübrâsına mürâcaat etmek ve onun bir şems-i tâbân gibi tulû’ eden envârı altına girmekle mükellefiz . Tâ ki, o ehl-i dalâletin neşrettiği küfür ve küfrândan hâsıl olan yaralarımızı Kur’ân’dan alınan o devâlarla tedâvî edelim ve Âlem-i İslâm’ın semâsını bir zulmet gibi kaplayan küfür ve şirk bulutlarını Kur’ân güneşiyle izâle edelim. Bu meyanda Bakara Sûresi’nin 285. âyet-i kerîmesi mü’minlere yol göstermektedir.
‘Amenerresûlü ‘ diye bildiğimiz bu âyet-i kerimenin hazinesindeki şu mânevî mücevherâtın özetini yapacak olursak;
1) Makbûl ve geçerli îmânın nasıl olacağı;
2) Îmânın bir küll olup aslâ tecezzî ve inkısâm kabûl etmediği; dolayısıyla îmânın bir cüz’ünü inkâr, hepsini inkâr hükmüne geçtiği;
3) Îmân husûsunda peygamberlerin arasını tefrîk etmenin mümkün olmadığı; bütün peygamberlere, husûsan Âhir Zamân Peygamberi Hazret-i Muhammed (asm)’a îmânın şart ve zarûrî olduğu;
4) Risâlet-i Muhammediyye (asm), umûmî olduğundan onun risâletini kabûl etmeyen Yahûdî ve Hıristiyanların gerçek ehl-i küfür oldukları ve ebedî olarak Cehennem’de kalacakları;
5) Bütün mü’minlerin îmân ve teslîmiyyet husûsunda Hazret-i Peygamberden aslâ ayrılmayıp Kur’ân’ın bütün hükümlerine birden inandıkları;
6) Ümmet-i Muhammediyye (asm)’ın, Kur’ân’daki temel vasıfları olan “İşittik ve itâat ettik” diyerek o Rasûl (asm)’a tam bir teslîmiyyetle bağlı oldukları ve onun vâsıtasıyla gelen bütün İlâhî emir ve yasakları kabûl ettikleri ve kıyâmete kadar bu îmândan aslâ ayrılmadıkları;
7) Ümmet-i Muhammediyye (asm)’a mukábil ehl-i kitâb olan Yahûdî ve Hıristiyanların, peygamberlerinin Allah tarafından getirmiş olduğu hükümlere karşı “İşittik ve isyân ettik” diyerek peygamberlerine muhâlefet ettikleri ve böylece îmândan ayrıldıkları;
8) Ümmet-i Muhammed (asm)’ın Allah’a karşı devâmlı kendilerini kusûrlu gördükleri ve amelleriyle kibir ve ucbe girmedikleri;
9) Her şeyin Allah’dan gelip Allah’a rücû’ edeceği vb. gibi ma’nâları ihtivâ eden hakikatları anlamış oluruz.
Bugünkü kitap ehli dünyasına, bütün peygamberlerin tasdik ettikleri İslâm’ın ve Kur’ân’ın tevhîd, nübüvvet, cismânî haşir, Kur’ân’a ve Kur’ân tarafından doğrulanan semâvî kitaplardaki esaslara ve hükümlere iman etmeleri hususunu tebliğ etmek, düştükleri yanlışları izah etmek, bâtıl itikad ve inançlarının tashihine çalışmak onlara neden hakaret olsun? Her müslümanın ve tebliğcinin görevi de zaten budur. Tek taraflı yapılan misyoner faaliyetlerine göz yummanın, onların bâtıl ve mesnedsiz itikadlarını hoş görmenin, yaptıkları zulüm ve haksızlıklara, münkerâta, dini tahrif çalışmalarına, muharref dinlerini din gibi yutturma ve insanlığı uyutma gayretlerine göz yumulması, asla kabulü mümkün olmayan bir davranıştır.
Bu mühim, güncel ve pek çok ehl-i imanın kafasını karıştıran ve Kur’ân hizmetkârlarının bile farklı değerlendirdikleri meselenin müzakeresini bir başka yazımıza bırakarak mevzumuza dair söz konusu âyet-i kerimeyi birlikte kıraat ederek derin mânasını bir kez daha teneffüs edelim inşâallah :
امَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ امَنَ بِاللّهِ وَمَلئِكَتِه وَكُتُبِهِ
وَرُسُلِهِ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَصيرُ
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti; mü'minler de iman ettiler. Onlardan herbiri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. Allah'ın elçilerini birbirinden ayırt etmeyiz. Onlar “İşittik ve itaat ettik,” dediler. “Senden bizi bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz; dönüşümüz Sanadır.” (6 )
Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin başında gayba îmân eden muttakilerin vasıflarını zikredip onları hidâyet ve felâh ile müjdelediği gibi; bu sûrenin sonunda dahi bu vasıfları hâiz olan mü’minlerin; Allah’a, meleklerine, kitâblarına ve hiçbirisinin arasını ayırt etmeksizin bütün peygamberlerine inanan mü’minler olduklarını; Peygamberin kendilerine Allah tarafından getirdiği bütün ahkâma tereddüd göstermeksizin itâat ettiklerini; Allah’dan mağfiret talebinde bulunduklarını ve dönüşün ancak Allah’a olacağını beyân etmektedir.
Kezâ bu âyet-i kerîmede îmânın bir küll olduğu, îmânda istisnânın olamayacağı; bütün peygamberlere birden îmân etmek mecbûriyyeti; mü’minlerin aynen Hazret-i Muhammed (sav) gibi îmân ettikleri ve onun emrettiği hükümlerde ona muhâlefet etmedikleri; mefhûm-i muhâlifi ile, zâhiren ehl-i kitâb olan Yahûdî ve Hıristiyanların ise peygamberleri gibi îmân etmedikleri ve ahkâm-ı İlâhiyyeye itâat etme noktasında peygamberlerine isyân ettikleri beyân edilmektedir.
Evet, bu âyet-i kerîmede mü’minlerin, erkân-ı îmâniyyenin bütününe ve o erkânın bütün cüzlerine birden îmân ettikleri; yâni bütün meleklere, bütün kitâblara ve bütün peygamberlere birden îmân ettikleri ve bu erkânın cüzleri arasında tefrîk yapmadıkları; çünkü îmânın bir bütün olduğu ve tecezzî kabûl etmediği ve ancak böyle bir îmânın makbûl olacağı bildiriliyor. Dolayısıyla, Yahûdî ve Hıristiyanların Kur’ân nazarında ehl-i îmân sayılmadıkları açıkça ortaya konuyor. Çünkü, Yahûdî ve Hıristiyanlar; melekler, kitâblar ve peygamberler arasında ayırım yaparlar. Yâni, bir kısmına inanıp, bir kısmını da reddederler.
Hem bu âyet-i kerîme; mü’minlerin îmânı her ne kadar en yüksek mertebede bulunan Hazret-i Muhammed (asm)’ın îmânına yetişmese de, îmân edilecek şeyler husûsunda aynen Hazret-i Muhammed (asm) gibi îmân ettiklerini açık bir biçimde bildiriyor. Mefhûm-i muhâlifi ile, Yahûdî ve Hıristiyanların ise kendi peygamberleri gibi îmân etmediklerini, bu sebeble küfre düştüklerini ifâde ediyor.
Üstad Bediüzzamân (ra) Hazretleri, Allah’a îmânın nasıl olacağını kısaca şöyle ifâde etmektedir:
“Allah'ı bilmek, bütün kâinâta ihâta eden rubûbiyyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve irâdesiyle olduğuna kat'î îmân etmek ve mülkünde hiçbir şerîki olmadığına ve ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i kudsiyyesine, hakíkatlarına îmân etmek, kalben tasdîk etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbâba ve tabiata taksîm etmek ve onlara isnâd etmek, hâşâ hadsiz şerîkleri hükmünde esbâbı merci’ tanımak ve herşeyin yanında hazır irâde ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a îmân hakíkatı onda yoktur. Belki küfr-i mutlaktaki ma’nevî Cehennem’in dünyevî ta’zîbinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.”(7)
Üstad Bediüzzamân (ra)’ın zikrettiğimiz şu mektubundaki ifâdelerine çok dikkat etmek lâzımdır. Demek, mücerred “Lâ ilâhe illallah” demek yeterli değildir. Sahîh bir îmânın olabilmesi için Allah’ın bütün esmâ ve sıfatlarına îmân etmekle berâber, Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bütün peygamberlerine ve onların ellerindeki kitâblara ve onlardaki hükümlerin tamamına îmân etmek şart, lâzım ve elzemdir.
Bu ve benzeri binlerce tefsir, delil ve açıklamalar varken, yazıda bahsedilen taifeyi ehl-i necat ve ehl-i Cennet olarak nitelemek ve onlar hakkındaki yüzlerce âyet-i kerimeyi (hâşâ) Peygamber (a.s.v) devrine ait göstermek ve inanmak çok tehlikeli bir akide ve bakış açısıdır.
Bu gayret ve çaba içerisinde mü’minlerin ve Müslümanların 1400 yıllık inançlarıyla oynayanların ve tahrîfe çalışanların kulakları çınlasın!
Dipnotlar :
1. Telhîsu’l-Kelâm, s.7
2. Mevsûatu Mustalahati Câmiı’l-Ulûm, s.194
3. B. Said Nursî, Arabî İşârâtü’l-İ’câz, s.63
4. Müslim bi-şerhi’n-Nevevî, c. 6, s. 88.
5. B. Said Nursî, Muhâkemât, s.66.
6. Bakara, 2/285
7. Emirdağ Lâhikası, c.1, s.203.
“İşittik ve itaat ettik”
{{member_name}}
{{formatted_date}}
{{{comment_content}}}
YanıtlaYükleniyor ...
Yükleme hatalı.