Bilinmesi gereken bir hakikati bir kez daha tekrar edelim ki, bu asırda Müslümanların kurtuluşu ve dünyaya barış ve huzurun gelmesi için manevi cihaddan başka çare yoktur. Yani silah yerine ilimle, fikirle mücadele etmek.. Bediüzzaman Hazretlerinin bundan yaklaşık bir asır önce söylediği ve hala -önemi bakımından- taptaze olan sözleri şöyledir: “Amma cihad-ı haricîyi şeriat-ı garranın berahin-i katıasının (ilmî delillerinin) elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur”(Hutbe-i Şamiye, 88).
Bu evrensel barış mesajını önce biz hazmedeceğiz, sonra da başkalarına benimsetmeye çalışacağız ki, dünyamız bir barış havzası olsun.
İslam’da manevi cihad esastır
İslam’da manevi cihad esastır ve “en büyük cihad” unvanına sahiptir. Maddi cihad ise, arizidir, küçük cihaddır ve prensip olarak savunmaya dayalıdır. Maddi cihada ancak Medine devrinde izin verilmesine mukabil, manevi cihada, daha nübüvvetin ilk yıllarında Mekke’de emredilmiştir.
“Resulüm! Kâfirlere asla boyun eğme ve onlara karşı Kur’an’la büyük cihad et!” (Furkan, 25/52) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
Maddi cihada izin veren ilk ayetin meali şöyledir: “Kendilerine savaş açılan müminlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar, zulme maruz kaldılar, Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac, 22/39) Asr-ı saadette müşriklerle yapılan bütün savaşlar, fiili saldırıya karşı yapılan bir savunma refleksine dayanmıştır. Bu ayette yer alan “savaşa izin verildi” ifadesi, hem izin kavramı, hem fiilin meçhul hali bakımından çok hafifletilmiş bir ifadedir. “Kendilerine savaş açılan, zulme uğrayan” şeklindeki savaş izninin gerekçesi de çok açıktır.
Peygamber efendimiz (asm) de manevi cihadın en büyük cihad olduğuna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “Cihadın en faziletlisi, Allah için senin kendi nefsine ve heva-hevesine karşı yaptığın cihaddir.” (Deylemi)
Tirmizi’nin “sahih” dediği rivayette ise şu ifadeye yer verilmişti: “(En büyük) Mücahid Allah yolunda nefsine karşı cihad eden kimsedir.” (Tirmizi, Cihad,3)
İmanın şehameti ve şefkati manevi cihadı emretmektedir
Özellikle bu asırda insanların tahkiki imana ihtiyaçları var. Adam öldürmekle imana hizmet edilmez. Hadiste ifade edildiği üzere, bir tek kişinin imanını kurtarmak bütün dünyaya bedeldir. (bk.Buhari, cihad,102)
İslam’ın hakikatlerini pek doğru anlayan ve çok doğru anlatmaya çalışan Bediüzzaman’a kulak verelim:
“Sâniyen: Risale-i Nur'un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünki tokada ve belaya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar, masumlar bulunur. Musibet ve bela gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkuk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men'edilmişiz.” (Tarihçe-i Hayat,557 )
Dahilde/İslam âleminde asla kılıç kullanılmaz. Çünkü bu takdirde zulümlerin haddi hesabı olmaz.
Bediüzzaman hazretlerinin konuyla ilgili uzun da olsa şu ifadeleri üzerinde mutlaka durulmalıdır:
“Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki, ehl-i hak hakkını kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak veyahut mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler. İşte Kur'anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur. Yoksa bizde öyle bir hak kuvveti var ki, hakkımızı tam ve mükemmel müdafaa edebilirdik. Hem madem herşey geçici ve fânidir ve ölüm ölmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve zahmet ise rahmete kalboluyor; elbette biz, sabır ve şükürle tevekkül edip sükût ederiz. Zor ile, icbar ile sükûtumuzu bozdurmak ise; insafa, adalete, gayret-i vataniyeye ve hamiyet-i milliyeye bütün bütün zıddır, muhaliftir.” (Şualar, 292 )
Canlı Bir Örnek:
Son olarak yakından bildiğimiz bir olayı hatırlatmakta fayda vardır: İllerimizden birinde bir baba şöyle demiştir: “Oğlum, iznim olmadığı halde cihad niyetiyle İŞİD’e katıldı. Sonra oradan kaçıp eve geldi ve bunun sebebini şöyle açıkladı: ‘Allah rızası için düşman diye bir adamı vurdum. Baktım öldürdüğüm adam ölürken kelime-i şahadet getiriyordu. Eyvah dedim, bu ne yanılgıdır, bu ne büyük zulümdür!’ deyip İŞİD’den kaçıp geldim.”