Röportaj: Dursun Sivri - Risalehaber
Giriş
Av. Mustafa Tuncel, müstear ismiyle Safa Mürsel’le Bediüzzaman Said Nursi Ve Devlet Felsefesi kitabındaki imzası, bir zamanlar Yeni Asya Gazetesinde başyazarlık, halen çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları ve radyo programlarından tanıyoruz.
Bu röportajımız hukukçu yönüyle değil, Devlet Felsefesi kitabının günümüze bakan yönüyle olacak.
Eskiden Bab-ı âli olarak bilinen, basın, ilim, kültür hareketlerinin merkezi konumunda şimdilerde turizm hareketlerinin yoğunluğunda, yayın evlerinin sadece showroomların yer aldığı eski dönemlere göre sakin Cağaloğlu’ndaki Avukatlık bürosunda gerçekleştirdik bu röportajı. Bir yönüyle nostalji de yapmış olduk.
Sizi Tanıyabilir miyiz?
1949 yılında Denizli’nin Tavas ilçesinde doğdum. İlköğretimden sonra Denizli Lisesi’ni bitirdim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1973 yılında bitirdim. Fakültede master çalışmaları yaptım. Avukatlıkla beraber biraz da yazarlık yönümüzle yayın hayatına atıldım. O gün bugündür varız, devam ediyoruz.
Hem hukukçuluk hem yazarlık hem de yayıncılık aynen devam ediyor…
Devam ediyor. Şu anda Nesil Yayınları bünyesinde yayın kurulunda görevim var. Moral FM’de programlarımızı yapıyoruz. Seyrekte olsa Moral Dünyası Dergisi’nde, Taraf Gazetesinde bazen yazılarım oluyor. Dolayısıyla bir ayağımız meslekte bir ayağımız yayıncılık dünyasında devam ediyor. Şu anda yayınlanmış birkaç kitabım var. Devlet Felsefesi’nden başka Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursi, 1982 anayasası hazırlanırken yayınlanan Laikliğin Neresindeyiz, Bir de TCK’nın eski 163. maddesi ile ilgili Mahkeme Kararları ile ilgili bir çalışmam var. Buna benzer seminer, panellere tebliğ sunumu oluyor. Böyle devam ediyoruz.
Bildiğimiz kadarıyla Devlet Felsefesi 1970’li yılların gündeminin etkisi ile yazıldı. Bu çalışma o konjonktüründe hangi ihtiyaçları karşıladı? Onu hazırlamaya gerektiren unsurlar ve etkenler nelerdi?
Türkiye 1960’lı yıllardan sonra çok ciddi bir fikri tartışma ortamına girdi. 1960’lı yıllarda zamanın Demirperde bloğunun etkisi altında eylemci, sol bir gençlik hareketi vardı. Bunun karşısında da sağcı-milliyetçi bir gençlik hareketi oluşturma eğilimi oluştu. İki kutuplu bir dünyanın izdüşümü olarak Türkiye’de de gençlik hareketlerinde iki eksen oluştu. Ama düşünceden ziyade çatışmaya dayalı iki kutupluluk söz konusuydu. Ve o iki kutupluluk zaten zaman içinde önemli bir çatışma ve gerilime dönüştü. Türkiye, oradan hâsıl olan istikrarsızlıkla, bir darbe sürecine sokuldu. 12 Mart 1971 muhtırası böyle bir gerilimin sonucunda yaşandı. Darbeler ve olağanüstü haller Türkiye’deki bu istikrarsızlıkları bahane edilerek yapıldı.
Sonradan olayların arka planı deşifre edildiğinde özellikle olayların kurgulanmış olduğu anlaşıldı. Yani o çatışmalara sanki biraz teşvik edilmiş gibi. O günlerde yaşananların bugünkülere benzer olduğu anlaşılıyor. Örneğin Ergenekon davası iddianamesinde de benzeri senaryolar dikkati çekiyor.
Şüphesiz. Ergenekon yapılanması da bir toplum mühendisliği projesi olarak uygulanmış, bu yöntemin Cumhuriyet tarihi boyunca değişik versiyonları olduğunu duyuyor ve okuyoruz. Sözgelimi, 6-7 Eylül 1955 olaylarının bile bir toplum mühendisliği projesi olduğunu, bilerek tezgâhlandığı açıklandı. Olayın organizatörleri “Çok başarılı bir organizasyondu” diyerek itirafta bulundular. Türkiye’de yaşanan bu tür gerilimlerin maalesef belli bir statükoyu muhafaza etme ve sürdürme amacıyla yapıldığını biliniyor. Biz bunu Ergenekon olayları vesilesiyle çok daha yakinen müşahede ediyoruz. Dolayısıyla Nur Talebelerinin her zaman çok farklı bir konumda olduğunu, bu tür çatışma ortamlarının özellikle dışında kalmaya çalıştıkları, Risale-i Nur’dan aldıkları dersle böyle yaptıkları çok rahatlıkla söyleyebilir. Çatışmanın beklenen sonucu vermeyeceği bilakis bir tuzak olduğu, çatışan aktörleri birbirine kırdırarak arkadan başkalarının bir yerlere gelmek için bunu bahane yaptıkları gerçeği, zaman içinde hep görüldü. Bu gibi tuzaklara Risale-i Nur’da hep dikkat çekilmiştir. Kitleleri tahriklerle birbirine düşürerek, birilerinin bir yerlere gelmesinde basamak olarak kullanıldığını, sistemin kendisini böyle ayakta tutmayı başarabildiğini, başarabileceğini Risale-i Nurlarda hep ikaz etmiş. Bediüzzaman bu konulara özellikle Lahikalarında ısrarla vurgulamıştır. Onun için Nur Talebeleri bu çatışmacı ortamın karşısında, sadece bir fikri akımın, tebliğin takipçisi olmuşlardır.
Devlet felsefesi, o gün bazı belirsizliklerine, fikir kaosuna netlik kazandırmak gibi bir işlev gördü mü?
Bu çalışma ile bir belirsizliğin giderilmesinden ziyade bilinmeyen, tanınmayan bir hazine farklı bir üslupla nazara verildi. Başka bir ifadeyle bir fikir sistemi, dünya görüşü toplumun dikkatine sunuldu. Şiddete dayalı sağ-sol görüşler içinde kararsız bir genç ve aydın kesim için alternatif dayanak teşkil etti.
Buradaki dünya görüşü bireyden başlıyor, topluma yöneliyor, denebilir mi?
Tabi. Topluma dayatılmış bir dünya görüşü, resmi ideoloji vardı. O yıllarda bütün ağırlığını hissettiriyordu. Bunun dışındaki alternatif düşünceler ise, daha ziyade sadece ekonomik ve sosyal hayata odaklı idi. Toprak reformu yaparsak; devletleştirme yaparsak toplum kurtulur, refah seviyesi artar, insanlar mutlu olur gibi çok sığ, yüzeysel bazı sloganlarla Türkiye’ye yön verme iddiasında olan hareketler vardı. Ve bu iddiaların dinamik aktörü de gençlikti.
Gençliğin bu enerjisinin Türkiye’de siyasi istismar için kullanıldığı maalesef sonraki yıllarda ortaya çıktı. Gençliğin maksatlı olarak kullanıldığı çok açık görüldü. Türkiye’nin meselesinin sadece toprak reformu olmadığı, özelleştirme veya devletleştirme olmadığı, yani meselenin sadece ekonomik alanlarla sınırlı olmadığı açıktı. Bunun bir sistem sorunu olduğu, insanlık sorunu olduğu, bir medeniyet sorunu olduğu çok yakinen görülen ve bilinen bir şeydi. Bunu kendisine gerçek dert ve gündem edinmiş bir Risale-i Nur hareketi vardı. Bu hareket, kışkırtmayla üretilmiş çatışma ortamında, devletin baskıcı uygulamalarına maruzdu. Bu yüzden özgür bir ortamda kendisini ifade imkanı bulamamıştı. Tartışmaların tarafı olmaktan, gerekli ikaz ve irşadı yapmaktan kamu gücüyle uzak tutulmaya çalışıldı. Ama toplumun dinamik aktörlerinin bu hareketi, bu fikir kaynağını tanıması ve görmesi lazımdı. Özellikle genç kesimin, aydınların bunu görmesi gerekiyordu.
AYDINLARIN DİKKATİNİ RİSALE-İ NUR’A ÇEKMEK İÇİN YAZDIM
Devlet Felsefesi, işte bu ihtiyacı karşılama düşüncesiyle bir ilk akademik nitelikli çalışma özelliğini taşıyor. Eskiden yapılmış, saygıdeğer çalışmalar şüphesiz var. Ama o günün ihtiyacını karşılama amaçlı popüler üslupla yapılmış kısa ve dar kapsamlı çalışmalardır.
Bu çalışmada dikkat ederseniz insandan, psikolojiden, aileden, biyolojiden, hukuktan, fizikten, diplomasiden, kimyadan, eğitimden, yaradılıştan, kültür ve medeniyetten, sosyolojiden, siyasetten, ekonomiden, ordudan, dış politikaya varıncaya kadar birçok konu bağımsız başlıklar halinde ele alınmıştır. Bediüzzaman’ın Kur’an’ı yorumlayan görüşleri, Devlet Felsefesi sistematik bir tasnife tabi tutulmuştur. İnsan ve toplum hayatının ihtiyaçlarını karşılayacak sistematik bir düşünce bütünlüğü ortaya konulmaya çalışılmıştır. Risale-i Nur Külliyatında sistematik bir düşünce bütünlüğünün bulunduğunu göstermek çalışmanın öncelikli amaçlarındandır. Risale-i Nurların İslam düşüncesinde nasıl bir tecdidi gerçekleştirildiği bu çalışmada gösterilmeye çalışılmıştır. Bazı sağ ve sol çevreler, kendilerine göre şekillendirdikleri bir ideolojilerini tanıtmaya çalışıyorlardı. Hatta bu uğurda çatışıyorlardı. Bu ortamda, “bakınız, bir de böyle bir düşünce var” demek için, toplumun ve özellikle aydınların dikkatini Risale-i Nur’a çekmek için Devlet Felsefesi hazırlanmıştır. Bu yönde kendi çapında müspet bir hizmeti olduğuna inanıyorum.
RİSALE-İ NUR SOSYOLOJİK ANLAMDA TOPLUMA MAL OLDU
Düşünce hayatında bugüne kadarki siyasi ve sosyal olaylardan Bediüzzaman ve Risale-i Nur konseptinde bakış açısının yansımalarını yani Devlet Felsefesi’ndeki mesajların tezahürlerini görebildik diyebilir miyiz?
Risale-i Nur düşüncesinin, Risale-i Nur bilgisinin topluma mal olma süreci hiç kesintisiz devam etti ve ediyor. O günden bugüne, belki daha 1940’lardan, 50’lerden itibaren topluma mal olmada gösterdiği çaba ile Risaleler, sosyolojik anlamda hem yatay hem dikey olarak topluma mal oldu. Yatay olarak toplumun bütün kesimlerine ulaşma şeklinde, dikey olarak aydınlardan karar vericilere varıncaya kadar yayılma ve tanınma süreci yaşandı. Ve bu hiç eksilmeyen, artan bir ivme ile yaşandı. Risalelerin bu yayılma ve tanınmasını, hukuk dışı olağanüstü süreçler durdurmak istediler ama başaramadılar. Risale-i Nur’un toplumun nabzını iyi tutan, okuyan, çok fıtri bir iman hizmeti ve düşünce hareketi olmasından kaynaklanan özelliği bunda önemli role sahiptir. Dolayısıyla Devlet Felsefesi’ndeki görüş ve düşüncelerin topluma aktarılması zaman içinde büyük emek ve himmetlerle gerçekleştirilmiştir. Devlet Felsefesi bu vesilelerden sadece birisidir. Önsözünde de ifade ettiğim gibi, bu çalışmaya hizmet tecrübesine sahip, değişik disiplinlerden uzmanların büyük katkı ve yardımları vardır. Yaklaşık üç sene devam eden ortak bir çabanın ürünüdür. Onun için yayınlandığı günden bu yana, takdirin dışında ciddi bir eleştiri almamıştır. Hatta yargılanmasına ilişkin ihbar ve soruşturma talepleri, bilirkişilik yapan üniversite öğretim üyelerinin, “bilimsel ve akademik bir çalışmadır” raporlarıyla sonuçsuz kalmıştır. Savcılıkların isteği üzerine soruşturma aşamasında kitap hakkında rapor veren bazı öğretim üyeleri sonraki yıllarda olumlu rapor verdiklerini bana ifade ettiler.
Keskin marjinal görüşlere karşı sanki 30 yıl öncesine göre bugün gördüğümüz daha müsamahalı, hoşgörülü yaklaşımların ortaya çıkmasında Risale-i Nur’un etkisi oldu mu?
Şüphesiz. Devlet Felsefesi bağlamından uzaklaşarak, bunu Risale-i Nur’un hizmeti ışığında ele almak lazım, Risale-i Nur’un maddi ve manevi hayatımızda yaptığı tesir, bugün daha belirgin fark ediliyor. Yani Risale-i Nur’un toplumsal problemlere, günümüz insanının maddi ve manevi problemlerine çözüm getirmedeki başarısı, olaylara isabetli teşhisi daha net görülür hale gelmiştir. Türkiye’nin, hatta İslam dünyasının bazı sosyal ve siyasal gerçeklerini Risale-i Nur hareketinin dışında kalan kesimler deneme yanılma metoduyla zaman içinde anlayabildiler. İslam dünyasının bugün yaşadığı cana ve mala mal olan sancılı değişimi Türkiye, Risale-i Nur’un yıllar içindeki manevi müsbet iman hizmetleri sayesinde en az bedel ödeyerek gerçekleştirmiştir. Bunu dışındaki yöntemler, genelde toplumsal sıkıntıların kaynağı olmuştur.
Toslamalar diyebilir miyiz?
Bir bakıma aynen öyle, toslayarak. Tosladıkça ‘Nerede hata yaptık?’ sorusu toplumda ister istemez zihinlere geliyor. Bu yanlışlıklarda hala devam edenler var. Yani ideolojik bir peşin yargılar içinde, belki Risale-i Nur’a ihtiyaç duymayan, tepkici, agresif yöntemlerde gelecek arayan çevreler hala var, ama giderek marjinalleşiyorlar.
Genel olarak kesin olarak diyebiliriz ki, Risale-i Nur’un toplumsal değişim yöntemi bugün bütün kesimler tarafından açık veya zımni olarak kabul edilmiştir. Türkiye’nin geleceğine talip camiaların bugün insan yetiştirmeye ve eğitime verdiği önem bunun göstergesidir. Halbuki Bediüzzaman bu stratejiyi, bundan yüz yirmi yıl evvel benimsenmiş ve hayata geçirmek için yol haritasını çoktan çizmişti.
TÜRKİYE BUGÜN AB’Yİ KONUŞUYORSA, RİSALE-İ NUR’UN ETKİSİ BÜYÜK
Marjinal yaklaşımların etkisi eskisi kadar değil sanki.
O çevrelerin etkisi giderek azalıyor. Eskisi kadar değil, giderek azalıyor. Bugün Türkiye, Avrupa Birliği standartlarını konuşuyorsa, bunları hayata geçirme ihtiyacını konuşuyorsa burada -hakkını yememek gerekir ki- Risale-i Nur kültürünün Anadolu’da fert fert yaptığı telkinin, verdiği dersin çok büyük katkısı vardır. Onun her bedeli göze alarak yürüttüğü hizmet, öncelikle Müslüman’a yakışır yeni bir kimlik ve toplum inşa etmeye dayalı idi. Bunun için insan hakları mücadelesini de vermek gerekiyordu. Bunu da tavizsizce verdi. Bu yönde mücadele veren bir insanın düşünceleriyle toplumu etkilememesi mümkün değildi. İnsaflı her vicdanda bir makes bulacaktı, buldu ve buluyor.
Bugün Risale-i Nur’un öğretisi içinde yaşamadığı halde ama Risale-i Nur’un öğretilerinin, ilkelerinin gerçekten insaniyete layık bir düşünceyi öngördüğünü herkes görüyor ve itiraf ediyor. Hatta bunu imrenerek, gıpta ederek söylüyorlar. Onun için sadece Risale-i Nur’un sadece siyasi ve sosyal olayları analiz temelinde ele alınması talihsizliktir, yetersiz bir yaklaşımdır. Aslında risalelerin insaniyet temelinde, bir fıtrat dersi olarak ve bütüncül bir dünya görüşü olarak ele alınması lazım.
İnsanın ihtiyacı nedir? İnsanın mahiyeti nedir? Gayesi nedir? Ne olmalıdır? Hayat içerisindeki konumunu, yerini nasıl belirlemelidir? Hareket noktası bu olmak gerekir. Bu çerçevede iman da yerini bulur, sosyal ilişkiler de izahını bulur.
Dünyadaki konjontürel gelişmeler sanki bireyleri merkeze alma ağırlıklı gelişiyor.
Elbette. Her yerde bugün insan merkezli olmak gerektiği konuşuluyor ve tartışılmayan bir realite haline geliyor. Dünün ideolojileri, faşist ideolojiler, sosyalist ideolojiler ferdi ihmal ettikleri için başarısız kaldılar. Dünyada insan odaklı yapılanmanın sancıları yaşanıyor. Eskinin bencil, baskıcı, kibir yüklü değer yargıları değişime dirense de, “insaniyet” odaklı düşünceler küresel destekle güç kazanıyor.
Meselâ aile de ön plana çıkıyor.
Evet. Aileyi ihmal eden toplum yapıları çözülme tehlikeleri ve tehditleri altında. Yani kötü alışkanlıkları denetleyebilecek bir toplumsal dinamizm yok. Mesela batı düşüncesinde bugün öyle bir disiplini ve öyle bir dinamizmi maalesef göremiyorsunuz. “Battı balık yan gider”, kabilinden bugün batı toplumları insanını da aile kavramını da son derece sahipsiz durumda bırakmış vaziyetteler.
Çağdaş yaşam tarzında insanı sadece maddi kıstaslarla mutlu etmenin arayışları sürüyor. Bu yetersizliktir ki insanları manevi bataryalarını dolduracak arayışlara sevk ediyor.
Bugün Budizme, Konfüçyzme kadar giden arayışlar, hep bu boşluğun nasıl dolabileceğine ilişkin arayışlardır. Risale-i Nur’un öngördüğü bir ders ve tebliğ, insanın fıtri ihtiyaçlarını karşılama konusunda herkesin kabulde zorlanmayacağı bir konsept teklif ediyor.
Yeni anayasa gündeme geliyor. Yeni anayasada toplumun farklı talepleri dikkate alınacağı söyleniyor. Bu bağlamda Devlet Felsefesi’nde bireyden başlayan devlet anlayışına uygun ve buna katkı verecek bir içerik var mı? İnsan odaklı bir yapılanmaya Risale-i Nur düşüncesi ne ölçüde kaktı yapar?
Risale-i Nur’da ortaya konulan siyasi ve sosyal öngörüler, bugün toplumun olmasını gerekli gördüğü, beklentisi olan değerlerdir. Yani ferdi öne çıkarmak, onun hak ve özgürlüklerini garantiye almak, devlet karşısında insanı korumak, baskıya karşı korumak, insanı ötekileştirmemek ve insana insan olmasından gelen saygıyı göstermek gibi söylemler Risale-i Nur’un temelinde var olan değer yargılarıdır. Dolayısıyla bugün yapılacak bir anayasanın, insan odaklı, insan hak ve özgürlüklerini garantiye alan, toplumda farklılıkları zenginlik gören, farklılıkları yasaklama ve korku sebebi gibi görmeyen bir temele dayanması lazım. Toplumsal farklılıkları kabullenen, kuşatıcı, şefkati, merhameti ve adaleti yücelten bir toplum tasavvuruna ihtiyaç var. Risale-i Nur bundan farklı bir şey söylemiyor. “Sadece benim düşüncem hâkim olsun” anlayışının doğru ve fıtri, bir düşünce olmadığı açıktır. Bu baskıcı anlayış, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “istibdadın yadigarıdır.”
Risalelerdeki insan odaklı değer yargılarının toplumla nasıl paylaşılmasını öngörüyorsunuz? Risale-i Nur düşüncesi, toplum dokusunda nasıl bir misyon ifa etti ve ediyor?
Türkiye, özellikle son on beş yıldan bu yana toplumsal gerilim dönemlerini çok ileri boyutlarda yaşayarak geldi. ‘Laik-Anti laik’ ‘Kürt-Türk’ ‘Alevi-Sünni’ gibi farklılıklarımızı çatışma sebebi yapmaya yönelik tahrikçi organizasyonlar, hatta bu amaçla cinayetler bile işlendi. Husumeti, çatışmayı öne çıkarmak ve hayata geçirmek isteyen hareketler oldu. Toplumda bu tuzağa düşmeye teşne olanlar vardı. Ama bu tuzağa düşülmemesi gerektiğini, bütün farklılıklarımıza rağmen bu toplumun artılarını eksilerini birlikte paylaşmamız gerektiği düşüncesini Nur Talebeleri sohbetleri ile yayınları ile konuşmaları ile çok net bir şekilde işlediler. Toplumun en ücra köşelerine kadar bu mesajı çok net bir şekilde taşıdılar. Diğer sağduyu sahibi sivil toplum kuruluşlar da aynı yönde davrandı. Toplumda gerilimler ve çatışma çıkarmaya yönelik tahrikler makes bulmuyorsa, buradaki hassasiyette aranmalıdır. Politik, ideolojik tahrik ve sorumsuzluğa toplum destek vermiyor. Toplumun bu refleksi kazanmış olması önemlidir. Bunda Risale-i Nur hareketinin katkısı inkar edilemez.
Risale-i Nurun mesajı, Hür Adam filmi sayesinde sanki toplumun daha geniş kesimleriyle paylaşıldı. Film, insan sevgisi, inancın korunması, savunulması, Türk-Kürt kardeşliği gibi kavramların öne çıkarılmasını sağladı. Toplumun dikkatleri buralara çevrildi, müspet kanaatler oluştu, buna katılır mısınız?
Sahasında yapılmış ilk ciddi film olmakla şüphesiz önemli bir hizmet gördü. Bediüzzaman’ı, şahsiyeti ve fikirleri açısından yeterince tanımayanlar, film sebebi ile tanıma imkânını buldular. Filme giden birçok kimsenin etkilendiği görüldü. “Ben, Bediüzzaman’ı böyle tanımıyordum, büyük bir mücadele insanıymış, doğru şeylerin adamıymış, doğru düşünceleri seslendirmiş” diyerek düşüncelerini söylediler. Yani Risale-i Nur’un üstündeki, devletin yargısal ve siyasal baskısı kalktığı ölçüde, Bediüzzaman toplum tarafından tanındığı ölçüde, Türkiye, insani ve sosyal problemlerini aşmada önemli kazanımlar sağlayacaktır. Kendisini tehdit eden maddi ve manevi tehlikeleri aşmada kayda değer güvenceler kazanacaktır. Filmin kendi çapında bu yönde olumlu hizmeti olduğu söylenebilir.
Devlet baskısı ile toplumu şekillendirmenin tek parti döneminde mümkün olmadığı artık ifade edilir hale geldi. Tarihçi Prof. Dr. Cemil Koçak, ‘Zaman, Bediüzzaman’ı haklı çıkardı’ gibi bir tespiti var. Bu ve benzeri değerlendirmeler hakkında ne söylemek istersiniz?
Dikkat ederseniz Bediüzzaman, özellikle Lahika ve mektuplarında resmi muhataplarına Risale-i Nur’u dikkate almalarını, orada öngörülenlere uygun düzenlemeler yapmalarını, milletin ve devletin buna ihtiyacı olduğunu söyler. Hatta Risalelerin sadece Türkiye için değil diğer toplumlar tarafından da istifade edebilecek bir kaynak olduğuna dikkat çeker. Afyon Emniyet Müdürüne yazdığı mektupta, şahsına yapılanlara ehemmiyet vermediğini, fakat Risale-i Nur’ların büyük öneme sahip olduğunu söyler ve der ki; “Yakın bir gelecekte, Alem-i İslam ve hatta dünya bu eserlere ihtiyaç duyacaktır, Türkiye, böylece mevcudiyetini, haysiyet ve şerefini yeniden kazanacaktır.” İşin buraya doğru gittiğini, sorunuzda da görüldüğü gibi gerek içeriden, gerekse dışarıdan gelen değerlendirmeler her gün teyit ediyor. Risaleleri, İslam dünyasına ve dünyaya ibraz keyfiyeti içinde olduğumuzu düşünüyorum. İslam dünyasındaki sosyal ve siyasi hareketlerin neticesiz kalmış olması, yani sadece siyasi boyut öncelikli hareketlerin kendisinden beklenileni veremeyişi karşısında Risale-i Nur’un öngördüğü bir değişim modelinin her yerde dikkat çektiği gözleniyor.
ARAP İSYANLARI RİSALE-İ NUR’DAN HABERSİZ DEĞİL
Yabancı yazarlar, Tunus’taki, Mısır’daki olayları, Risale-i Nur metoduna daha yakın buluyorlar. İslam dünyasındaki olaylarda Risale-i Nur’un yaklaşımı ile örtüşen noktalar görebildiniz mi?
İslam Dünyası’ndaki hareketler, geçmişte benimsedikleri siyasi amaçlı hareketlerden bekledikleri sonuçları alamadıklarını gördüler. Ve bu hareketin içindeki insanlar kim, nerede, ne yapıyor diye baktıkları zaman Türkiye’deki Risale-i Nur gerçeğini görmemeleri mümkün değil. Türkiye’de siyasetin dışında, ama toplumsal dinamizmin içinde olan bir hareket var. Bu hareket ne yapıyor, nasıl muvaffak oluyor? Kendisini nasıl korumuş? Bunu her hareketin irdelemesi, incelemesi lazımdır. İhvan-ı Müslimin’in 1940’lardan itibaren nur hareketini tanıyıp takip ettiklerini düşünüyorum. Ama siyasetten vazgeçemeyişleri sebebiyle Risale-i Nur’dan istifadeleri mümkün olmadı. Mesele, toplumların inançları ile barıştırmanın bir yolunu bulmaktır. Günümüzde insanların inançlarından kopmadan yaşayabilecekleri bir ortama sahip olmaları gerekiyor. Bu ise, çatışmacı bir ortamdan ziyade daha barışçı, katılımcı bir ortamı gerektiriyor.
Şu anda İslam dünyası bunun ihtiyacını görmüş durumda ve ben İslam dünyasında yaşananların Risale-i Nur’dan habersiz yapılabileceğini düşünmüyorum. Başka yöntemlerin başarı şansı da yok.
Türkiye’nin şu andaki demokratik parlamenter sistemle yönetilmiş olması, toplumun taleplerini yönetime taşıması bu yönüyle İslam ülkelerine örnek olabilir mi?
Evet. Çünkü Türkiye bugün geldiği noktada özgürlükçü demokrasinin başarısı ve yaşatılması konusunda iyi bir örnek teşkil etti ve ediyor. Eksikliklerine rağmen Türkiye’de parlamenter bir yönetim var. Sivil ve özgürlükçü bir demokrasinin alt yapısı, kim ne derse desin, Risale-i Nur hizmeti ile hazırlanmıştır. Yani olumlu yöndeki değişim, dönüşümün insan iradesi ile yapılması fikri, Risale-i Nur hizmetinin hareket noktasıdır. Toplumsal değişimin böyle bir rıza ve kabule dayanması gerektiğini, Bediüzzaman 2. Meşrutiyetten itibaren yazmış ve söylemiştir. Onun M. Kemal’e yazdığı on maddelik o beyannamede, yönetimin toplumla bütünleşerek, toplumun beklenti ve değer yargılarını dikkate alarak, rızaya dayalı yeni bir yapılanmaya gidilmesi gerektiğini söylemiştir. Bu yapılmadığı yani halk dikkate alınmadığı takdirde, baskıcı, buyurgan bir yönetimin beklenen sonuçları vermeyeceğini, verimli olamayacağını, halka mal olamayacağını o mektubunda çok açık seslendirmiştir.
O beyanname, aslında bir siyasal yapılanma projesidir. Projenin esası, hukuka dayalı, insan hakları öncelikli, tarih şuuruna, manevi değerlere saygılı, toplumu ile barışık parlamenter bir yapılanmayı öngörür. Bu öngörüler dikkate alındığı ölçüde toplum, kendi ayakları üzerinde kimlik ve dinamizm kazanarak çağıyla yarışma fırsatını yakalayacaktır. Devlet Felsefesi’nde etraflıca analiz ettiğimiz Onun bu görüşleri, yönetici kadrolar nezdinde kabul görmemiş, aksine dışlanmıştır. Fakat şimdi dünya, Onun, insanını seven yönetim ile yönetimine saygı duyan barışçı toplum idealine doğru hızla yol alıyor.