Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İslâm Birliği projesi; gaye, maksat, hedef, mâna, çerçeve ve boyut itibariyle devâsa bir projedir. Kâinatın ve âhir zaman insanlığının, yani Müslümanlarının en büyük ve kapsamlı projesidir.
Aslında ‘İslâm Birliği’, Kur’ân ve O’nun tebliğcisi Allah Resûlü (s.a.v) tarafından tevdî’ edilmiş, bütün Müslümanlar, özellikle ilim/irfan/gönül erbâbına, Peygamber vârislerine ve Kur’ân talebelerine yüklenmiş, program ve CD’leri önceden hazırlanmış, yazılımı yapılmış bir projenin; akleden, tefekkür ve tezekkür eden, zamanın dehşet ve vahşetine karşı vahdetin farkında olanlar tarafından hayata geçirilmesi gereken “ bu zamanda en büyük farz” vazife niteliğinde bulunan bir emirdir, sorumluluktur, ciddiyetle takibi gereken en âcil farzdır.
İttihad-ı İslâm, şer ve nifak cereyanlarının karşısında en büyük settir.
Bu zamanda en âcil içtimâî bir vazifedir.
Mahiyeti hakkında kendisine sorulan suale Üstad Bediüzzaman’ın cevabı gayet kapsamlı ve doyurucudur:
“Sual : Daima İttihad-ı İslamdan bahsedersin. Bize tarif et.
Cevap : İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi ileride (yüz sene sonra gerçek mahiyeti görülüp anlaşılacak olan ) o kasr-ı muallanın (Yüce İslâm Birliğinin, yani ortak inanç ve değerlerimiz olan yüce ve manevi değerlere sahip, üstün fazilet hissiyle birbirine bağlı ve tek vücut halinde olan muhkem ve sağlam bir binanın “kasrın”, yani İttihad-ı İslam’ın) bir taşını, (onu teşkil eden unsurların bir kısmını) bir nakşını (onu güzelleştiren mânevî bağların güzelliklerinin bir kısmını, bir yönününü) göstereceğim:
İşte Ka’be-i Saadetimiz olan (saâdetimizin merkezi ve kudsî irtibatının medarı ve dünya Müslümanlarının bağımsızlıklarının dünyevî ve uhrevî güç kaynağı olan bütün MüsIümanların kudsi irtibat merkezi ve istiklaliyetiyle kazanacağı dünyevî ve uhrevî güç kaynağı olan) İttihad-ı Münevver-i İslamın (nurlu ve parlak İslâm Birliğinin) Hacer-ül Esved’i ( enaniyeti, ihtilâf ve didişmeleri terk ederek tam bir teslimiyetle yükselişe geçecekleri ve Dinin emri istikametinde imânî ve vicdânî sesle dayanacakları ittihad merkezi olan ) Ka’be-i Mükerremedir. ve Dürret-i Beyzası (benzeri bulunmayan tek incisi, yani inci kıymetinde ve parlaklığında olan) Ravza-i Mutahhara’dır (âlemin maddî ve mânevî merkezi olan şahsiyet-i Muhammediye, Hakikat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Nebeviyedir. Yani Kur’ân ve Sünnette birleşmektir.) Mekke-i Mükerreme’si (İslâm Güneşinin doğduğu, tüm Müslümanların hürmet ve muhabbetle yöneldikleri, kalben, fikren ve ruhen teslim oldukları, geçmiş tarihiyle birlikte yâd ettikleri ) Ceziret-ül Arab’ dır.
Medine-i Medeniyet-i Münevvere’si (Şeair-i İslamiyeyi bizzat yaşayıp yaşatarak İslâm’ı en zirveye yükselten, hürriyet-i Şer’iyeyi tam olarak uygulamaya koyan , yani Allah tarafından gönderilen Şeriat-ı Garrada bildirilen ve tayin edilen hürriyetlere, emir ve yasaklara Allah’ın izni olmadıkça yani beşerî yorum ve anlayışlarla hevâ ve hevesine göre tasarrruf etmeyen ve ettirmeyen, Kur’ân ahkâmına tam sadakat gösteren, böylece Laik düşünceye asla kapı açmayan yani şahıs hakimiyetini reddedip, sâdece Allah’ın hakimiyetini esas alan ve Cemahir-i Müttefika-i İslamiye ile oluşarak vücut bulan İttihad-ı İslama dayanan) Devlet-i Osmaniye’dir (yani tüm dünya Müslümanlarının asayişini, huzurunu, bağımsızlığını, hukukunu, din ve diyanetini korumakla sorumlu, yetkili ve mükellef olan Hilafet merkezidir).
Eğer İslamiyet milliyetini ve İttihad-ı İslamın taşını ve nakşını (yani onu meydana getiren muhtelif İslâm unsurlarının ve sahip bulundukları faziletlerin sonucu olan ittihadın, İslâm Birliğinin güzelliğini) görmek istersen işte bak!.....”(1)
Yine Bediüzzaman, bu birliğin unsurlarının ahlâkî temellerinden söz ederken;
1.Haya, yani utanma duygusunun,
2.Din gayretinin,
3.Merhamet ve şefkatin, yüzlerdeki gülümseme ve davranışlara yansıması gerekliliğinden bahsederek Müslümanların bu birliği oluşturmadaki ilk adımları ne şekilde atacaklarının ipuçlarını da verir.
İttihad-ı İslâm olmazsa, içtimai hayattaki ikinci ve üçüncü vazifelerin gerçekleşmesi mümkün olmaz.
Peki, ikinci ve üçüncü vazifeler nedir diye soracak olursak: ikinci vazife; Şeâiri ihya etmektir, yaşamak ve yaşatmaktır, uygulama alanına sokmaktır. yani, bid’atların ortadan kaldırılmasıdır. Bir başka ifade ile, sosyal hayata yapılacak yükleme ile bilhassa avamın ve herkesin İslâmî düşünme, İslâmî amel/hayat ve İslâmî hislere (şuurları olmadan olsa bile) sahip olmalarının teminatıdır. Kastamonu Lahikasında bu meseleden bahsediliyor. Yani ecdadımızdan tevarüs eden güzel hasletler, ahlâkî güzellikler, toplumsal değerler darbelenerek tahrip edildi, sosyal hayattan soyutlanarak İslâm toplumu dinî değerlerden ve özellikle şeâir denilen İslâmî sembol ve hayat tarzlarından uzaklaştırıldı. O bakımdan İslâm içtimaiyâtı, İslâmî hayat tarzı, Sünneti yaşamadaki , avamın âhireti kazanma hususundaki teminatıdır, güvencesidir.
İşte bu güne kadar bilinçli ve plânlı bir biçimde gerçekleştirilen ve direkt olarak Müslümanları amelî, fikrî ve edebî (sanat adı altında sosyal hayatın her kademesinde uygulanan plânlı kokuşmuş batı kaynaklı aktiviteler, Yunan kaynaklı, ene merkezli hastalıklı fesle ile yazılı ve görsel basının bünyede açtığı yaralar, aile ve fertlere yönelik yozlaştırma faaliyetleri, v.b) açıdan vuran inkılâpların tahribatının giderilmesi bu devrelerde gerçekleşecektir.
Peki üçüncü vazife nedir? Siyaset-i İslâm’dır. İkinci ve üçüncü vazifeler için büyük bir potansiyel kaynak gerekir. Risalelerde geçen “nokta-yı telâkî” lâzım. Nokta-yı telakîsiz İslâm Birliği olmaz.
Müsellemata dayanan esaslar bağlayıcıdır ve Nokta-yı Telakî’dir. Müşterek bir noktadır.
Telâki, mülâki yani kavuşma, buluşma, uyuşma, imtizac, birleşme anlamındadır. Nokta-i telâki denilen bu prensip ve esaslara, cemaatı oluşturan ferdler tarafından tereddüdsüz bağlı kalınması şarttır. Çünkü Nokta-i telâki prensipleri vahye dayanan İlahî prensiplerdir ve güçlü bir birliği netice verir. Eğer bu birlik ve tesanüd ruhu yoksa, bu noktanın tam anlaşılamadığının ve bu mühim zarurete inanılmadığının, teslimiyet şuurunun bulunmadığının bir kanıtıdır.
Bediüzzaman’ın çokça üzerinde vurgu yaptığı ‘Hürriyeti Şer’iyye’ olmazsa Allah hakimiyeti ortadan kalkar, beşer hakimiyeti gelir. İlâhî vahye dayanmayan İnsan hâkimiyetiyle İslam hayatının yürütülmesi mümkün değildir. Çünkü Hürriyet-i Şer’iyyede Allah’ın tesbit ettiği hürriyetlere insan müdahale edip yasaklayamaz, ortadan kaldıramaz.
Bunun anlamı ve açılımı ise Kur’ân’ın hâkimiyetidir.
Mâdem Allah va’detmiştir, mutlaka tahakkuk edecektir.
İstikbal İslâm’ın ve Müslümanların olacaktır. Hâkim, hakaik-i imâniye ve Kur’âniye olacaktır. Bundan aslâ şüphemiz olamaz.
Yorumsuz olarak birkaç Hadîs-i Şerîfi nazarlarınıza takdim ederek yazımıza son verelim:
Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v)’den şöyle nakleder:
“Bütün peygamberler kardeştirler. Onların dîni birdir, anneleri değişiktir. Ben Meryem oğlu Îsâ’ya daha yakınım. Zîrâ benim ile O’nun arasında başka bir peygamber yoktur. O mutlaka inecektir. Siz onu gördüğünüz zamân tanıyınız. Zîrâ O orta boyludur ve beyaz ile kırmızı renk arasında bir tene sâhibtir. Saçları kıvırcık olmayıp düzdür. Islaklık değmediği hâlde, sanki başından su damlıyor gibidir. Üzerinde boyanmış iki elbise olacak. Domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, İslâm’dan başka dînleri iptâl edecek. Allâh, O’nun zamânında İslâm’dan başka diğer bütün dînleri helâk edecektir.
“Allâh O’nun zamânında kezzâb Mesîh-i Deccâl’i helâk edecektir. Yeryüzünde emniyet olacak, develerle arslanlar, kaplanlarla sığırlar, kurtlarla koyunlar berâber otlayacak. Çocuklarla yılanlar berâber oynayacak, biri diğerine zarar vermeyecektir. Îsâ (a.s.) Allâh’ın dilediği kadar yeryüzünde kalacak, sonra vefât edecek. Müslümanlar O’nun üzerinde namâz kılacaklar ve O’nu defn edeceklerdir. Allâh O’nun zamânında Mesîh-i Dalâl ve a’ver-i kezzâb olan Deccâl’i helâk edecektir.”(2)
Ebû Hureyre (r.a.) Peygamberimiz (s.a.v)’den şöyle rivâyet ediyor:
“Îsâ b. Meryem, âdil bir hâkim ve zulme son veren bir idâreci olarak inmedikçe kıyâmet kopmaz. O haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak. O’nun zamânında mal ve servet o kadar çok olur ki, kendisine sadaka verilecek kimse bulunamayacaktır.”(3)
Câbir bin Abdullâh anlatıyor; “Rasûlüllâh buyurdular ki:
‘Deccâl dînin çok zayıf olup gizlendiği ve ilmin arka verip gittiği bir zamânda çıkacaktır. Onun için kırk gün vardır. O günlerde seyâhat edecek. Birinci günü bir senedir. İkinci günü bir aydır. Üçüncü günü bir cuma gibi, dördüncü günü diğer günleriniz gibi olacaktır.’
“Hadîsin devâmında Hazret-i Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurur:
‘Sonra Îsâ b. Meryem, seher vaktinde inecek ve şöyle diyecek: ‘Ey insânlar! Siz niye bu kezzâb-ı habîse doğru yürümüyorsunuz.’ Onlar Îsâ (a.s.) hakkında ‘Bu racul-i cinnîdir.’ derler. O’na doğru gittiklerinde bakarlar ki, Îsâ b. Meryem’dir. Namâz ikàme edilir, Îsâ’ya ‘Ey Rûhullâh! Buyur bize namâz kıldır,’ derler. O, ‘Sizin imâmınız öne geçsin, size namâz kıldırsın,’ der. Sabâh namâzı kılınırken cemâat Deccâl’e doğru gidecekler. Deccâl, Îsâ’yı görünce tuzun suda eridiği gibi erir. Îsâ (a.s.) ona gider ve onu öldürür. Hattâ her ağaç ve her taş şöyle nidâ eder: ‘Ey Rûhullâh! Bu Yahûdî’dir, arkamda gizlenmiş.’ Hazret-i Îsâ (a.s.)Deccâl’e tâbi’ olan herkesi öldürür.’”(4)
İmrân b. Husayn Peygamberimizden şöyle nakleder:
“Allâhu Teâlâ’nın emri gelinceye kadar, benim ümmetimden bir tâife haktan ayrılmaz, onlara düşmanlık edenlere galebe ederler ve Îsâ bin Meryem inecek.”(5)
Âişe vâlidemiz anlatır: “Ben ağlarken Allâh Rasûlü (a.s.m.) çıkageldi ve ‘Seni ağlatan nedir?’ diye sordu. ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Deccâl’i hatırladım da onun için ağlıyorum,’ dedim. Rasûlüllâh (s.a.v) buyurdular ki:
‘Eğer ben hayâtta iken o çıkarsa, sizin yerinize ben onun hakkından gelirim. Eğer benden sonra çıkarsa Rabbiniz a’ver değildir. O ‘İsbahan’ Yahûdîlerinden çıkacak, Medîne’ye gelmeye çalışacak. Medîne’nin yakınına inecektir. Medîne’nin o gün yedi kapısı vardır. Her kapıda iki melek bulunur. Medîne’nin şerîrleri Deccâl’a gidecekler. Sonra Deccâl Şam’a gidecek. Îsâ bin Meryem (a.s.) inecek ve onu öldürecek. Sonra Îsâ (a.s.), 40 sene yeryüzünde âdil bir imâm (Devlet reisi) ve zulmu kaldıran bir hâkim olarak kalacaktır.’”(6)
Dipnotlar :
1.B. Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, 36
2.İmam Ahmet b. Hanbel, Müsned, , 2/437
3.İbn Mâce, Sünen, 2/ 363; AHmed b. Hanbel, Müsned, 2/194
4.Ahmed b. Hanbel, a.g.e, 3/367; Hâkim, el-Müstedrek, 4/530; Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 7/344
5.Ahmed b. Hanbel, a.g.e, 4/429
6.Ahmed b. Hanbel, a.g.e, 6/75; Heysemî, a.g.e 7/338