İnsan, fıtraten gelişmeye, değişmeye elverişli bir şekilde yaratılmıştır. İnsanoğlunun kullandığı diller de öyledir ve sürekli bir biçimde değişmektedir. Kelimeler, kavramlar ve onlara yüklenen anlamlar sürekli bir biçimde yenilenmekte ve insanlığın gelişmesine paralel bir şekilde yeni kelime ve kavramlar ortaya çıkmaktadır.
Medeniyet, siyaset, hukuk, devlet vs. gibi birçok kelimenin yüzyıl önceki anlamı ile bu günkü anlamı arasında önemli farklılıklar meydana gelmiştir. Eflatun’un devletten anladığı ile bu günkü devlet anlayışımız arasında dağlar kadar fark mevcuttur.
Hz. Peygambere (asm) nisbet edilen ‘medine site devleti’ ile bu günkü ‘islam devleti’ anlayışları arasında da dağlar kadar farklılıklar bulunmaktadır. Asırlar geçtikçe, kelimelerin manası daha da farklılaşmaktadır. Sadece bir örnek üzerinden yola çıkarak, aradaki farkın ne kadar derin olduğunu anlamaya çalışabiliriz.
‘Medine site Devleti’nde, toplumu oluşturan kesimler, dini inancına göre ‘müslim’, ‘yahudi’ gibi tanımlanmıştı. Öyle ki, kabilelerine göre tanımlamalar bile mevcuttu. Ve mesela Yahudi ve Hristiyanlara kendi dini-hukuki rejimleri uygulanıyordu.
Bu günkü modern ulus-devlet ise, genel olarak farklılıklara karşı müsamaha göstermez ve herkesi aynı hukuk rejimine tabi kılmak ister. Doğudan batıya, Müslüman devletlerden laik devletlere kadar yelpazenin tamamında, bu konuda pek bir farklılık bulunmamaktadır. Modern devlet, vatandaşı üstünde mutlak hakimiyeti olan kurumdur. İslam devleti de olsa laik devlet de olsa, mutlak hakimiyet kuralı değişmemektedir. Aksi halde, devlet yara alır ve devlet olma fonksiyonunu ifa edemez.
Müslümanların bir ‘model devlet’i olan asr-ı saadette, ne düzenli bir ordu, ne düzenli bir memur kitlesi ne de sistematik bir devlet yapısı yoktu. Binlerce ve yüz binlerce yönetici, milyonlarca memur, sayısız evrak ve bürokrasi işi, on binlerce kanun maddesi, yüz binlerce yönetmelik, tüzük vs. mevzuat, vatandaşının nasıl inanması gerektiğini, nasıl yaşaması gerektiğini bildiren, her şeyi tanımlayan, vatandaşını da tanımlayan ve sınırlayan bir devlet yapısı da yoktu.
Böyle devasa bir sistemi o dönemdeki birilerine tarif etme imkanımız olsaydı, o devir insanlarına sayısız kolları ve başları olan ve her tarafa yetişen dev bir canavarı tarif etmemiz gerekirdi. Ya da eski Yunan devletinde yer tanrısı, gök tanrısı, rüzgar tanrısı gibi tanrısal tanımlamalar yapıp, devletin her bir özelliğine tanrısal bir isim bulmamız gerekirdi.
Neler yapmamız gerektiğini ve neler yapmamamız gerektiğini tek tek sayan, herkesi tek tek numara sırasına koyan, numarası olmayanı yok sayan, kılık kıyafetimize karışan, evlerimizi nasıl yapmamız gerektiğine karar veren, hangi haberleri izlememiz gerektiğine karar veren, nasıl düşünmemiz gerektiğine karar veren, nasıl itaat etmemiz gerektiğini emreden, kendisini korumak için bizi zorla askere gönderen, uğruna ölmemizi isteyen bir devlet ile karşı karşıyayız.
Kendi gücünü korumak için, elbette ki küçük sermayeye değil, büyük sermayeye sırtını yaslayan bir devletten söz ediyoruz. Eğer küçük sermayeye sırtını dayayacak ise, böyle bir devletin modern bir zamanda yaşama şansı yoktur. Büyük sermayeye sırtını yaslayan bir devlet, küçük sermayeyi büyük sermayeye feda etmek ve orta sınıfı ya da fakir çoğunluğu mutlu azınlığın tüketim kölesi yapmak durumundadır. Zira tüketimin kölesi, aynı zamanda modern devletin de kölesi durumundadır.
Bütün bunları sadece modern devleti eleştirmek için yazmıyorum. Böyle modern zamanlarda ‘İslam devleti’ gibi kulağa hoş gelen kelimelerin, deyimlerin, aslında bir kurgu olduğunu ifade etmeye çalışıyorum. Hatta buna modern bir kurgu demek daha doğru olur. Zira ‘islam’ gibi ulvi ve bütün insanlık tarihinin dinini ifade eden bir kelimeyi, modern bir ‘devlet’ kelimesiyle birlikte kullanınca, devletin gerçekten İslami olacağını hayal ediyoruz, zannediyoruz.
Bu kurgunun İslami olmadığını ispata ihtiyaç yoktur. Zira İslam düşünce tarihinde, dört halife devrinde ve sonrasında, İslam devleti tabiri yoktu. Üstelik ilim ehlinin, bu günkü kadar kudretli olmasa bile, klasik(zayıf bir) İslam devleti talebi bile yoktu. İktidara kim gelirse gelsin, sadece onlara yol gösterici mahiyette fikirler mevcuttu. Bu fikirleri bir tür içtihad olarak da kabul edebiliriz. Ancak, bu içtihadların bir çoğunun, edille-i şer’iyeden olan icmaı teşkil ettiği söylenemez.
Bundan dolayıdır ki, dört halife devrinde bile, bu günkü anlamda tek tip bir yönetim tarzından söz edilemez. Dört halifenin seçilme şeklinin farklı olması, halifenin seçimi konusunda bir serbestlik olduğunu göstermektedir. Çoğunluğun biatı(Hz. Ebubekir), kendisinden sonraki halifeyi belirleme(Hz. Ömer), dar çerçeveli bir meclisin seçimi(Hz. Osman) ve tamamen seçime dayanma(Hz. Ali) gibi örnekler, İslam toplumunun çoğunluğu tarafından kabul gördüğünden dolayı, kendilerinden sonraki zamanlara da örnek olmuştur. Eğer tek bir modelden söz edilseydi, bütün halifelerin aynı modeli uygulaması gerekirdi. Ve bunu uygulamak dini bir vecibe olurdu. Demek ki, nasslarda tek tip bir modelden söz edemeyiz.
Yirminci yüzyıla gelene kadar, sadece babadan oğula geçen hükümdarlık biçimi İslam toplumunun hükümdarlık modeli olmuştur. Seçim modeli, toplum çoğunluğunun biatı gibi usüller uygulanamamıştır. Buna rağmen, içtihada ehil kimselerin de dahil olduğu büyük bir çoğunluk ya da ana akım ehl-i sünnet çizgisi, babadan oğula geçen sisteme de çok ciddi müdahale etmemiştir.
Bu, şu anlamlara gelmektedir:
1-İslami ilkeler, devlet modeli ön görmediği gibi, kimin hükümdar oluşu ile de ilgilenmemektedir. Dört halife devrinde bile, halifenin belirlenmesinde tek tip bir model yoktur. Herhangi bir örneği alıp modelleme yapmak ve şeriat, ‘sadece budur’ demek mümkün değildir.
2-Serbestlik modeli de tamamen de başı boş bırakılmamıştır. Nasslardan alınan, ‘işin ehline verilmesi’, ‘hükümdarın adil olması’ gibi, her türlü yönetici modeline uygulanabilen tavsiyeler ve emirler toparlanmıştır.
3-Dört halife modeli, eğer bu günkü ‘İslam devleti’ modelini savunucularının iddia ettiği gibi bir model ise, İslam tarihi, dört halife devrinden sonra karanlık bir çağa girmiştir. Oysa ki tarih, İslam tarihinin karanlık bir çağı olmadığını bize göstermektedir. Devletin her şeye hakim olduğu ve belirlediği zamanlarda ise, fikir üretiminin gerilediği, içine kapandığı ve taassubun başladığını biliyoruz.
İslam düşünce tarihinde zengin bir fıkıh, kelam ve tefsir geleneği vardır. Ancak, batıdaki gibi devlet modeli üretme üzerine bir gelenek oluşmamıştır. Bundan dolayı, kodifikasyonlar da yaşanmamıştır. Kodifikasyonun olmaması, İslami bir geleneğin varlığından dolayıdır. Zira, batıdaki kanunlaştırma hareketleri ile ulus-devletleşme süreçleri eşzamanlı bir şekilde gelişmiştir. Ancak, İslam toplumlarında bu süreç, daha geç başlamıştır.
İslam toplumundaki ilk kodifikasyon olarak ‘Mecelle’ sayılmaktadır. Ve mecelle de çoğu kere, batı toplumuna karşı savunmacı bir dille sunulmaktadır. Oysa ki, kodifikasyonun ne kadar gerekli olduğu, bir metnin kanun haline getirilmesinin ve bütün bir topluma uygulanmasının doğruluğu yeterince tartışılmamıştır.
Eski fetva sisteminde, önemli derecede bir çoğulculuk bulunmaktaydı. Ve benzer olayları yaşayanlara farklı fetvaların verilmesi söz konusuydu. Bu da insanın fıtratına çok uygundu. Zira herkesin hayatı, çevre şartları, duyguları, düşünceleri, dili, kültürü ve etki alanları farklıdır. Söz gelimi Hakkari’nin bir dağ köylüsü ile, İstanbul/Bebek’te yaşayan bir kişiye aynı kuralların uygulanması çok doğru olmayabilir. Bu günkü devlet sisteminde öyle gariplikler oluyor ki, Hakkari’de yaşayan ile Edirne’de yaşayan, aynı saat dilimine mahkum ediliyor. Böyle iki tip insana uygulanabilen kurallarla uygulanamayan kuralları karşılaştırırsak, ikincisinin daha çoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun yanında, her insanı farklı yaratan, her bir topluluğu diğerinden farklı kılan, farklı çevre şartları ile imtihan eden, farklı kültürlerde ve dillerde yaratan, zengin, fakir, zenci, beyaz, kuzeyli güneyli diye farklı yerlerde ve farklı şekillerde yaratan, neden tek tip bir devleti insana zorunlu kılsın ki? Neden ekonomik bir sistem dayatsın? Neden herkesi aynı anayasaya tabi kılsın? Neden Malezyalı birisi ile, İngiliz birisi, aynı kanuna tabi kılınsın? Neden güney Afrikalı birisi ile rus birisi, aynı toprak kanununa tabi olsun? Neden arap birisi ile, Çinli birisi aynı vatandaşlık kanuna tabi olsun?
İslamın temel ilkeleri, evrenseldir. Hak, hukuk, adalet, suç ve cezalarda şahsilik ilkesi gibi genel hükümler elbette ki, ezeli ve ebedidir. Ama devlet modelleri, geçicidir. Elbette ki Müslümanlar, devlet kurabilir, islama uygun modeller üretebilir, üretmelidirler. Ama bu devletler de her fani devlet gibi, doğar, büyür, gelişir ve ölebilir. Ama müslümanın devletinin yok olması ile, onun ilkeleri ölmez; ilahi hükümler yer yüzünde baki kalmaya devam eder.
Asırlar değiştikçe, şeriatların değişmesi, her ülkenin şeriatının farklı olması, tek tip bir şeriatın olmadığını ve islamın otoriter şer’i bir sistemi vaz’ etmediğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
‘İslam devleti’ fikrinin özellikle son yüzyılda neden birçok Müslüman’ın zihnini işgal ettiği sorusu üzerinde durulmayı hak ediyor. Batı medeniyetinin, bir ulus-devlet modeliyle kazandığı maddi güç ve bunu İslam toplumlarının üzerinde uygulaması, özellikle Cemaleddin Efgani döneminden beri Müslüman zihnini meşgul ediyor. Batı ‘top tüfek diye diye ilerlemiş’ ise, biz de ‘top ve tüfek’ dememiz lazım; batı güçlü bir ulus-devlet inşa ettiyse, bizim de ‘güçlü bir devletimizin olması lazım’ diye bir tür ezilmişlik psikolojisi ile hareket etmişiz.
Ve batının modern devleti ile kendi ‘ulul-emre itaat’ kültürünü birleştirince de ortaya kutsal devlet formülü çıkmış oluyor. Yüzyıllarca mutlakiyet geleneği ile yönetilen bir devletin teb’ası olarak, hükümdara ‘emir-ül mü’minin’ veya ‘halife’ demişiz. Bu gün hala bir çok siyasal İslamcının halife modeli, istibdadıyla ünlü ikinci Abdülhamid’dir.
Oysa ki, ne devlet eski devlet, ne halife eski halife. Eski hal muhal olmuş. Yeni haller, eskiyi dönüştürmüş. Ama biz, hala aklımızı yöneticilerimizin cebinde bırakmışız. Ve birilerinin, şeriatı getirip, her şeyi düzeltebileceğini hayal etmişiz. Ve her şeyin başına ‘islam’ kelimesi getirince, gerçekten İslami olacağına zehab etmişiz.
Bediüzzaman, acaba, neden siyasetten uzak durdu? Bu sorunun cevaplarını risalelerde hepiniz biliyorsunuz. Şimdi bu cevapları, yukarıdaki değerlendirmelerimin yanına koyarsanız, bir kısım İslamcıların ve siyasal İslamcıların bizi yüzyıldır neden meşgul ettiklerini düşünebilirsiniz.
Başa dönersek, ‘İslam Devletine Liberal Bir Okuma Denemesi’, gerçekte liberal bir okuma denemesi değildir. İslam devletine, içeriden bir bakış, içimizdeki kavramlarla bir bakış denemesidir. Dışarıdan bir bakışın ifadesi olan liberal bir bakışla var olan paralellik, tamamen liberal düşüncenin, bizim düşüncelerimize yaklaşmasından dolayıdır. Yoksa, kendi kelimelerimizi bırakıp, başkasının kelimeleriyle kendimizi anlatmak değildir maksadım.
‘Müslüman, liberal olur mu’? diye sorduğum ilk makalede söz verdiğimden dolayı bu meseleye girmiş oldum. Ama bu konu, 3-5 makale ile çözülecek bir konu değildir. Ve mutlaka eleştirilerinizle geliştireceğim bir konudur. Bu konudaki ciddi eleştirilerinizi bekliyorum.