Türkiye’de ordu gücünü kaybetmeseydi İsrail ile ilişkiler bu duruma gelmezdi. Bu yorum İngilizlerin The Economist dergisinde yer aldı. İngiliz dergisinin bu çözümlemesinde belli belirsiz bir hayıflanma da hissediliyor. Eski günler ne iyiydi, ama geçti artık gibisinden... Yine de 28 Şubat döneminin pro-İsrail politikalarının üzerinden henüz çok fazla vakit geçmediği için bu yorumun bizde de bir karşılığı var.
28 Şubatçıların gözünde İsrail “düşmanın düşmanı” olması dolayısıyla “dost” kabul edilen bir güçtü. Son tahlilde her iki taraf da “fundementalist” İslamcılarla mücadele ediyordu. Bu yüzden işbirliği yapılması gerekiyordu!
İşin gerçeği İsrail’in bölgede koltuk değneğine ihtiyacı vardı ve Türkiye bu görev için öne sürülmüştü. Türkiye’de halktan oy alarak iktidara gelenler bu işi yapamayacakları için görev demokrasi dışı güçlere düşüyordu. 28 Şubat paşalarının üstlendikleri görev bundan başka bir şey değildi. Türkiye’deki 28 Şubat ve benzeri hareketleri ABD’nin öteden beri desteklemesinin hikmeti de buradaydı zaten.
Yalnızca Türkiye’de değil, bölgedeki ülkelerin birçoğunda antidemokratik iktidarlar batı ülkelerinin desteğiyle ayakta durdular bugüne kadar. Çünkü halktan oy alarak iktidara gelen kadroların halkın taleplerini yerine getirmesi veya hiç değilse attığı adımlarda halkın hassasiyetlerini de hesaba katması gerekeceğinden bu tür yönetimler tercih edilmezdi. Dikta rejimleri de zaten kendi halklarına dayanmadıkları için ancak yabancı güçlerle işbirliği yaparak iktidarda kalabiliyordu. Dolayısıyla sömürgeci batı ülkeleriyle baskıcı rejimlerin birbirlerine karşılıklı ihtiyaçlarından doğan bir düzen hüküm sürüyordu Ortadoğu ülkelerinde.
Şimdi bu düzen çatırdamaya başladı. Önce Türkiye 28 Şubat diktasını sona erdirdi. Sonra Arap Baharı başladı. Türkiye’deki “28 Şubat düzeni”nin bir benzeri Mısır’da ihdas edilen “Camp David düzeni”ydi. İsrail’in korunup kollanmasına hizmet eden bu düzenin sürdürülmesi artık mümkün değil. Çünkü daha Mısır Devrimi’nin ilk günlerinde ifade ettiğimiz gibi, bu ülkede gerçekleşecek sınırlı bir demokratikleşme bile Camp David düzeninin devamını imkânsız hale getirecektir. Bir ülkenin kendi milli menfaatlerine aykırı, kendi halkının arzu ve taleplerine zıt politikalar izleyebilmesi için o ülkeyi yönetenlerin yabancı desteğine dayanma zorunluluğu içinde olması gerekir. Bu da dikta rejimlerinde mümkün olan bir durum ancak. Demokrasilerde zor.
Peki, batılı güçler İslam dünyası için demokrasi istemiyorlar mı? Evet istiyorlar. Ama hepsi için değil. Kendileriyle iyi geçinen diktatörlüklerden şikâyetleri yok; ama karşı kampta yer alan böylesi devletlerin bir an önce demokratikleşmesini arzu ediyorlar!
İngiliz siyasetinin etkili isimlerinden, geçen dönemin savunma bakanı Malcolm Rifkind Times gazetesine bir makale yazdı geçenlerde. Libya’da İslamcı bir rejimin işbaşına gelme ihtimaline karşı batı kamuoyunda oluşan tedirginliği dağıtmayı hedefleyen yazıda özetle şunları söylüyordu İngiliz siyasetçi: İslamcı rejim dendiğinde hemen korkmaya gerek yok. Bakın, İran’da gerçekten de insan haklarına saygısı olmayan ve komşuları için tehdit oluşturan bir İslamcı rejim var. Ama mesela Suudi Arabistan’daki gibi kimseye zararı olmayan İslamcı rejimler de var dünyada. Onun için Libya’da kurulacak rejimin İslamcı olup olmayacağını değil, olacaksa hangi türünden olacağını tartışmak lazım...
Yahudi asıllı İngiliz siyasetçinin bu yaklaşımı “kişisel görüş” olma-nın ötesinde batılı güçlerin bu coğ-rafyadaki “demokrasi” meselesine hangi zaviyeden baktıklarının da işareti sayılmalı.
Anlaşılan o ki İslam dünyasının demokratikleşmesi onlara lazım değil. Müslümanların kendilerine lazım.
Star