Milletçe yaşanan büyük musibetlerden geriye, büyük şahsiyetler ve kıymetli hatıralar kalır. Geçen yüzyılın başında kadim medeniyetimize veda ederken, çok sancılı bir dönem yaşandı elbette. Ancak ulu çınar son nefesini vermeden önce Anadolu’nun yanık sinesine son bir umutla sağlam birkaç tohumunu atmayı başarmıştı.
Bu büyük lütuf, bu milletin eski hasenatına karşılık yapılmış bir ihsandı.
Kelebek kozasından çıkacak, tohum kabuğunu henüz çatlatacaktı, iki insanın yolu Fatih’in Malta Çarşısı’na uzanan İslambol Caddesi’nde Şekerci Han’da kesişmişti. İmam Bediüzzaman ile Şair-i İslam Mehmed Akif, büyük ihtimalle bu handa karşılaştılar. Yaşları birbirine yakındı. Fikri bütün, davası tam, ama yaşları genç sayılırdı.
Şekerci Han’ın misafirleri sıradan İnsanlar değildi, Amalar şeyhi Osman Kemâlî Efendi, Kandilli Rasathanesi’nin kurucusu Fatih Hoca, Neyzen Tevfik, Mehmet Akif, Eşref Edip, İmam Hatiplerin kurucusu Celaleddin Ökten gibi dönemin bir kısım seçkinleri buraya gelir giderlerdi.
Akif, Eşref Edib Fergan ile birlikte Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Sırat-ı Müstakim dergisinin neşrine başladı. (27 Ağustos 1908). Kadrosunda Ebül’ulâ Mardin, Mûsâ Kâzım ve Mahmud Esad gibi isimler vardı.
Ancak bu dönem ile ilgili olarak bu iki insanın ortak oldukları her hangi bir hatıraya sahip değiliz. Bediüzzaman bu derginin yazı kadrosunda bulunmuyordu. O dönemle ilgili olarak eldeki tek bilgi, Eşref Edip’in tarihçeye alınan şu ifadeleriydi. "O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Akif'ler, Naim'ler, Ferit'ler, İzmirli'lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve sehamet bizi de heyecanlandırırdı." Buna göre Akif ile Bediüzzzaman bu günlerde birbirlerini tanıyorlardı.
Bediüzzzaman, İttihad-ı Muhammedi cemiyeti gibi bir takım dinî cemiyetlerle ilgileniyor yazılarını Vokan, Mizan gibi dergilerde neşrediyordu.
MEŞRUTİYETTEN SONRA
31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) olaylarının yaşandığı dönemde İmam Bediüzzaman, gizli bir komite tarafından imha edilmek için divan-ı harbe verildi. Bu dönemde daha sert bir muhalefet yürüten M. Akif, herhangi bir kaza yaşamadı. Bediüzzaman kırgın bir şekilde İstanbul’dan ayrıldı. Akif, İstanbul’daydı.
Cihan Harbi başladığında her iki isim ayrı ayrı cephelerdeydi. Bediüzzaman fiilen cihada katılmış, doğu cephesinde Ruslara karşı savaşırken esir edilmişti.
İslam Şairi Mehmed Akif ise bu dönemi daha farklı değerlendirdi. Elinde silah yoktu cepheden cepheye koşuyor, askeri coşturmak için şiirler yazıyordu. Almanya’dan Hicaz’a Hicaz’dan Trablusgarp’a dünyanın her yerindeki mü’minlerin birliği ve işgalcilere karşı direnmeleri için hutbeler okuyor, bildiriler dağıtıyordu.
Kader onu Çanakkale Şiiri ve İstiklal Marşı’nı yazması için saklamaktaydı. Çanakkale zaferini Medine yakınlarında el Muazzama istasyonunda öğrenmiş, sabaha kadar göz yaşları içinde Çanakkale Şirini yazmıştı.
Nihayet cihan harbi bittiğinde bu iki isim tekrar aynı çatının altında birleşti.
Şeyhülislamlıktan çıkan irade şöyleydi:
“Daru’l Hikmeti’l İslamiye azalığına Medrese-i Süleymaniye ilm-i kelam müderrisi dersiamdan Arapkirli Hüseyin Avni, tefsir-i şerif müderrisi dersiamdan Bergamalı Cevdet, ilm-i nefs ve ahlak müderrisi dersiamdan Şefkatî, mantık müderrisi dersiamdan Hamdi, füzelay-ı mütehayyizandan Halep Mebusu Şeyh Beşir, Şam ülemasından Şeyh Bedreddin, Senedat-ı Hakaniye ser-memuru Haydarî-zade İbrahim, Amasya Müftüsü Mustafa Tevfik ve Bediüzzaman Said Efendiler ve başkitabetine de Daru’l-Hilafet-i Âliye Mederesesi Edebiyat-ı Türkiye Müderrisi Mehmed Akif Bey tayin olunmuştur.
Bu irade-i seniyyenin icrasına Meşihat memurdur.
26 Şevval 1336/ 4 Ağustos 1334
Bu kurum Avrupa felsefesinin İslamiyet aleyhinde ileri sürdüğü iddiaları cevaplamak ve toplumu Kur’an ahlakı doğrultusunda irşad etmek için kurulmuştu.
Aynı dönemde milli mücadele başladı. Her iki isim bu mücadelenin onuruna inanmaktaydı. Akif yine kürsülerde ya da yollardaydı. Kuva-yı Milliye'yi desteklemek için Bandırma'da yaptığı bir konuşma yüzünden Daru’l Hikmet’teki görevinden alınınca Ankara’ya gitti. Akif’in Burdur’da milletvekili seçimlerine girdiği, ancak kendisine Biga milletvekilliği verilmek istendiği, meclis başkanlığına verdiği bir dilekçeden anlaşılmaktaydı.
“Evvelce Burdur livasından intihap edilmiş ve havali-i mezkûre giderek müntehip ve müvekkillerimle temasta bulunmuş olduğumdan Burdur livası azalığını tercihan Biga azalığından İstifa ettiğimi arz ile teyid-i hürmet eylerim efendim.”
Burdur livası Azasından Mehmet Akif (17 .VII . 1336 )
Akif milletvekili olarak Anadolu’nun bir çok yerinde, söz gelimi Balıkesir Zağanos Paşa Camisi ve Ankara'da Hacı Bayram Camisi'nde halkı Milli Mücadele'ye teşvik eden konuşmalar yapmıştı. Konya’da ortaya çıkan muhaliflere nasihat etmek için görevlendirildi. ( ) Bütün hayatını Akif ile mücadele ederek geçirdiğini ileri sürecek olan Hamdullah Suphi bile bu zor zamanda O’nun için şöyle diyordu:
“Biz en akur hücum saatlerinde bulunuyoruz. Mehmed Akif Bey gibi bütün memlekette büyük hürmet kazanan bir büyük adamı hemen Meclisi Âliniz arasından intihab edilecek bir iki zat ile beraber oraya yollasak, memleketin bir köşesinde uyanacak bir fitneyi vaktiyle bastırmış oluruz.”
Mehmed Akif, bu dönemde hiç kimsenin elinden alamayacağı ve unutturamayacağı bir şeref kazandı. Milli Mücadele’nin gerçek değerlerini ifade eden İstiklal Marşını yazdı. (12 Mart 1921).
İmam Bediüzzaman ile İslam Şairi Mehmed Akif’in yolları bir kez daha kesişti. İstanbul’da yayınladığı İngiliz fesat planlarını deşifre eden Hutuvat-ı Sitte isimli eseri ile yaptığı hizmeti takdir için Ankara’ya çağrıldığında Akif henüz meclisteydi. Bu günlerde Milli Mücadele’nin sesizce el değiştirdiğini birlikte göreceklerdi. Meclis, Misak-ı Milli’yi sağlayamadığı için Lozan’ı tasdik etmiyordu. Milletin mücadelesini sahiplenenler ilk iş olarak Milli Mücadele Meclisini kapattılar. (1 Nisan 1923)
Bu tarihten sonra İmam Bediüzzaman ve Mehmed Akif bir daha birbirleri ile karşılaşmamak üzere ayrıldılar. Bediüzzaman, meclise el koyan kadro ile siyaset yoluyla mücadele edilemeyeceğini anlayıp memleketine döndü.
İstiklal Şairi Mehmed Akif, diğer dindar insanlar gibi yeni seçimlerde aday gösterilmemiş, ardından çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile dergileri kapatılmış, üstelik üniversitedeki hocalığına da son verilmişti. Milletvekilliği için hak ettiği emeklilik maaşı da bağlanmamıştı. Koca şair aç kalma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Ayrıca peşine bir takım ajanlar takılmıştı.
“Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüda”, diye dua eden Akif, artık bir sürgündü. “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum." diyordu. (2)
MEHMED AKİF İLE BEDİÜZZAMAN’IN HATIRALARI
Yolları bir çok defa kesişsen bu iki insan arasında yaşanan hatıralar konusunda zengin bir mirasa sahip değiliz. Bunun sebepleri neydi?
Bilinmeyen bir sebep yoksa bunu iki insanın şahsiyetleri açısından değerlendirmek konunun anlaşılması açısından yararlı olur. Öncelikle Mehmed Akif sessiz bir insandı.
Üç yıla yakın mecliste bulunan Mehmed Akif herhangi bir konu için mecliste söz alıp kürsüye çıkmamıştı. Arkadaşları tarafından verilen önergelerde zaman zaman ismi görülürdü. (3) Onun verdiği tek önerge, bir kanunun üzerindeki tartışmalar uzayınca “konu üzerinde yeterli derecede konuşulmuştur. Artık oylamaya geçilsin” şeklindeydi.
İkinci bir önerge bir takım arkadaşları ile birlikte verdiği “İstanbul'daki fezahat-i ahlâkiyeye karşı Büyük Millet Meclisince bir beyanname neşredilmesini” isteyen takririydi. Bunun yanında Akif’in Meclis zabıtlarına geçen tam bir cümlesi, Hamdullah Suphi’ye verdiği cevaptır.
Hamdullah Suphi kendi şecatini arz ederken –kıptı misali- “Yemin ederim. Bütün milletim arasında geçirdiğim hayatta muayyen itikada mâlik olanlara, dindarane hürmet göstermişimdir. Misal olarak söylüyorum. Aranızda Burdur mebus-ı muhteremi Mehmed Akif Beyle ben birbirine mütenakız görülen bir yolda senelerce çarpıştık. Kendileri milliyetperverliğin daima aleyhinde enfes şiirler yazmışlardır” demişti.
Buna rağmen onu sevdiğini ifade etmek için “Evet arkadaşlar, ben hayatta yolumu takip ederken fikrime muarız olanlar, iş sahasında olsun; fikir sahasında olsun, doğrudan doğruya kanaat ve imanla mücehhez zevat olduğunu gördüm mü muhabbetimi kendilerinden esirgemedim” şeklinde bir cümle kullandı. Akif, ona oturduğu yerden
“Ben kavmiyet aleyhinde bir adamım, milliyet aleyhinde değil!.” cevabını verdi. Akif’in meclisteki son takriri Maarif Encümeni Riyasetinden istifası ile ilgiliydi. (4) Yaratılışça bu derece sessiz bir insanın, Üstadın Eski Said dönemindeki bir derece şöhretli şahsiyeti yanında sessiz kalması mümkündü.(5)
RİSALE-İ NUR’DA MEHMED AKİF
Mehmed Akif hakkında anlatılan rivayetler Risale-i Nur cephesinde de fazla değildir. Üstad Hakkında önemli araştırmaları bulunan sayın Abdülkadir Badıllı, bu rivayetleri toplamıştır.
İlk dönem Erzurum Mebuslarından Mehmed Salih Yeşiloğlu, Üstad Bediüzzaman’a yazdığı bir mektubunda Mehmed Akif’ten bahseder: “Muhterem Üstadım! Sizin hakkınızda şair-i merhum Mehmed Akif bey ile Dar-ül Hikmet-i İslamiye azalığında bulunmuş olan merhum Mehmed Şevketi’den dinlediğim kıymetli notlarım vardır.”
Bu mektuba göre Mehmed Akif kendisine, Üstad ile ilgili hatıralar anlatmıştır.
Üstad bir talebesine de şunları söyler: “Darü’l Hikmet azaları içinde bana en yakın ve en hürmetkâr Mehmet Akif idi. Hatta bir gün Darü’l Hikmet azasından İzmirli İsmail Hakkı Efendi, benim gıyabımda bir şeyler söylemek istemiş, ona mukabil Mehmet Akif karşılık vererek demiş ki: “Eğer kendilerine biz alimiz diyorlarsa, Bediüzzaman’ın yazdığı bir İşarat ül İ’caz’ını anlıyabilsinler.”
Bir üdeba meclisinde, Merhum Mehmed Akif’in “Viktor Hugolar, Şekspirler, Dekartlar edebiyat ve felsefede, Bediüzzaman’ın ancak birer talebesi olabilirler” demiştir.
Diğer bir rivayette: “Mehmet Akif, “Biz Darül Hikmet’te iken, Bediüzzaman söze başladı mıydı, biz hayran hayran onu dinlerdik” dediğinden bahsedilmiştir. (6)
Ancak bu hatıralar yeterli değildir. Konu ile ilgili daha derin araştırmalara ihtiyaç vardır.
Mehmed Akif Mısır’da 11 yıl süren bir cehennem hayatı yaşamıştır. Bu hasret yılları içerisinde önemli bir çalışma yapamamıştır. Fakat İslam Şairi mücadelenin içinde olduğu yıllarda kozasını örmüş, Türkiye’den ayrılmadan eserini büyük ölçüde tamamlamıştır.
Öte yandan Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” temennisi adeta Risale-i Nur ile gerçekleşmiştir. Yeni Said döneminde Akif’ten daha acı ve uzun bir esaret hayatı yaşayan İmam Bediüzzaman, asrın idrakini yenileyecek bir tefekkür sistemi ortaya koymayı başarmıştır.
ÖLÜMDEN ÖNCEKİ SON GÜLÜMSEME
Akif gurbet cehenneminden yurda döndükten sonra, vefatından önce kendisi ile yapılmış bir röportajı bu gün hatırlamamak elde değildir:
“Günün birinde, tıpkı İstanbul’dan Ankara’ya, elinde küçücük bir çanta ile göçüp geldiği gibi —sessiz sedasız, bu sefer dış ülkelere uzanan yollara -revan olarak— tam on bir yıl gözden kayboluşunun sonunda Mehmet Akif. İşte bembeyaz bir hastane odasının, bembeyaz bir yatağında, solgun, süzgün ve mecalsiz yatıyor.
Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze, bu gevşemiş, sarkmış çizgilere, bu yorgun fersiz, dalgın gözlere bakıyorum; zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum. Sonra yavaşça soruyorum;
— Özledin mi bizi üstat?
Dudakları biç kıpırdamasaydı, hiç ses çıkarmasaydı bile, bu zehir gibi gülümsemesiyle her şeyi söylemiş olurdu:
— Özlemek mi oğlum… Özlemek mi?
Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu. Sonra kesik kesik dedi ki:
— Mısır’dan üç gecede geldim... Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü. Orada on bir yıl kaldım... Fakat bir an oldu ki... On bir gün daha kalsaydım… Çıldırırdım…
— Ya kavuşmanın sevinci?
— Onu sorma oğlum... Onu ben kendi kendime bile soramıyorum. Ancak, yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz işte yatağa düştüm hiç bir şey göremedim… Amma, cennet gibi yurdumdayım ya… Çok şükür...
Hastalığı aklına geliyor:
— Karaciğerim, dalağım şişmiş... Geldik, yattık burada. Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?
Eski hatıraları deşiyor. Milli mücadelenin ilk günlerinde Ankara istasyonunda, karşılaşmamızı hatırlatıyorum.
—Evet… diyor, İstanbul’dan mücadele aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım. Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığını bir köye gittik. Oradan ‘Cuma’yı tuttuk. O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, girmedik, kenarından geçtik. Kâh öküz arabalarıyla, kâh beygirlerle Lefke’ye geldik ve trenle Ankara’ya ulaştık. Ankara… Kaynıyordu… Heyecan ve helecan içinde... Kimsede kendini düşünecek hal yok. Her sabah bir başka Ankara olurdu orası… Her gün, bir gün evveli arardı sanki insan… Güneş bile, sanki bir gün evvelkinden daha az parlak doğardı… Sönmeğe doğru giderdi. Hiçbir şey kalmamış gibi idi kimsede… Lakin o hava içinde kimsenin ‘eh artık her şey bitti’ diye tam ye’se düştüğü hamdolsun görülmedi. Hayır, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir mi idi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz… Fakat imanımız büyüktü…
Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor, sesi birden canlanıyor:
—İstiklal Marşı ’doğacaktır sana va’dettiği günler hakkın’ bu ümitle imanla yazılır. İmanım olmasaydı yazabilir mi idim? Zaten ben başka türlü düşünüp, başka türlü yazılardan değilimdir. Bu elimden gelmez. İçimde ne varsa, bütün duygularım yazılarımdadır. Şu var ki İstiklal Marşının şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır.
‘Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın’
—Ya büyük zafer üstadım? O anda ne duydunuz?
Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;
-Ahh; diyor Allah’ım ne muazzam bir zaferdi o. Ortalık hercü merç oldu. Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.
Tekrar gözlerini yumuyor:
—Ve biz mest olduk. Artık benim ne düşünecek, ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu, bizzat yazıyordu.
Üstadı ziyarete gelenler, ikide birde konuşmamızı ister istemez kesiyorlar. Bu arada – bahsi değiştirerek- Mısır’da nasıl vakit geçirdiğini sorduk. Yine ağır ağır anlatıyor:
-Kahire’nin yirmi beş kilometre güneyinde ‘Helvan’ denen, sakin Asude bir köşe vardır. Orada oturdum. Zaten tab’an münzevi bir adamım. Gürültüyü sevmem. İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da darülfünun işi çıkıncaya kadar Helvan’da yaşadım. Son zamanlarda Kahire’ye indim.
—Mısırda bir şeyler yazdınız mı?
—Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?’ Tarih-i tekerrür diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
Biraz kendime gelirsem, daha yazacak şeylerim var, hepsi hazır, var kafamda
hazırlanmış mevzularım... En son yazım mı? Ha evet, en son, Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi... Güneşli bir hava idi. Gölgem de upuzun, kumlarda duruyordu. Bu resmin altına şöyle yazmıştım:
“Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok
Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak.
Postu sermekse meramın yola serdirmezler.
Hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.”
“İşte son yazım budur” diyen kupkuru dudaklar, birbirine yapışıyordu… (7)
Milli Mücadeleyi sahiplenip öz be öz vatan evlatlarına dünyayı dar edenlerin yaptıkları zulümleri anlatacak bu hasret dolu satırlardan daha tesirli bir söz bulunabilir mi?
DİPNOTLAR:
1- TBMM, Zabıt Cerideleri, C : 1, İçtima 18; 19.5.1336
2- Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar, s. 323
3-Riyaseti Celileye Ordumuzun Sakarya vadisindeki zaferi münasebetiyle bir encümeni mahsus tarafından bir teşekkürname kaleme alınarak Meclis namına keşidesini veya bir heyet izamını teklif eyleriz. 15 Eylül 1337 Karesi Mebusu Vehbi Bey ; Burdur Mebusu Mehmed Akif
4- Riyaseti Celileye; Min gayrihaddin Riyasetinde bulunduğum Maarif Encümenine şu günlerde rahatsızlığım sebebiyle devam edemiyorum. Binaenaleyh bu hizmetten affimin Heyet-i Celileye arzını rica ederim. 19 Kânunevvel 1338 Burdur mebusu Mehmed Akif
5-Bu görüş Mehmed Akif hakkında uzman sayılan bir araştırmacı tarafından ifade edilmiştir.
6-Abdülkadir Badıllı Mufassal Tarihçe-i Hayat:1/241; 2/905-906; İstanbul 1998
7- Kandemir, Yakın Tarihimiz, I. Meşrutiyetten Zamanımıza Kadar; Cilt 4; Sayı 44