Ayşenur Kahveci'nin yazısı
"Senin vasıtanla bir kimsenin hidayete ermesi, deve sürülerine sahip olup bunları Allah yolunda tasadduk etmekten daha hayırlıdır. Hatta güneşin üzerine doğup battığı yerlere sahip olmaktan daha hayırlıdır" (Buhari, Ashab-ı Nebi-9 ; Camiü's-Sağir, 3:192)
İslamiyeti yaymak, dinimizi, peygamberimizi, kitabımızı öğretmek bir müslüman olarak her birimizin en birinci vazifesidir. Bu asli vazifemizi ne derece ifa edebiliyoruz veya ifa etmek yolunda çabalarımız oluyor mu, hatta çoğu zaman aklımıza geliyor mu tartışılır. Bu hususta da her zaman olduğu gibi kendimizi yargılarken Fahr-i Kainat Efendimizin rehberliğinde yargılayalım. Buyrun gelin önce asr-ı saadete gidelim...
Resul-u Kibriya Efendimiz bir ömür boyunca nice sıkıntılara meşekkatlere katlandı bu ilahi vazife için.
Ashab nice hakaretlere uğradı, zahmetlere göğüs gerdi bir insanın bile imanını kurtarmak için.
Nice yollar, nice dağlar aştılar kızgın çöllerde islama davet için...
Günlerce gecelerce aç,susuz bırakıldılar, çıplak vücutla kızgın çöl kumlarına terkedildiler, işkenceler öyle raddeye vardı ki; zaman zaman sahabelerden şuurlarını kaybedenler bile oldu.
Hz.Bilal günlerce boynuna bağlanan iple Mekke'nin sokaklarında sürüklendi. Üstelik bunu Ümeyye tarafından parayla tutulan çocuklara yaptırdılar. Çölün kızgın kumlarında günlerce aç bırakılan Hz.Bilal, ağzına güneşte kurumuş bir et parçası konulup taşla kapatıldığında bile dudaklarından sadece "Ehad" kelimesi çıkıyordu.
Habbab bin Eret, Allah’a iman edince ateşte kızdırılan demirlerle işkence gördü.
Gördüğü işkenceler sonunda şehit düşen Yasir ve ailesini Efendimiz "Sabredin, mükafatınız cennettir" diye müjdeledi.
Sadece erkekler değil, hanım sahabeler de tebliğ yolunda büyük fedakarlıklarda bulundular.
Kureyşli hanımların islamla şereflenmeleri için bıkmadan, usanmadan her gün evlerine gidip tebliği vazife edinen Ümmü Şerik’ler vardı asr-ı saadette. Günlerce kızgın güneşin altında aç susuz bekletilerek eziyetler gördü, Medine'ye hicret ederken bir yahudi ailesinin kendisine dininden dönmesi karşılığında su vereceklerini söylediklerinde, susuz kalmasına rağmen çelik gibi imanından vazgeçmedi. Bunun karşılığında Allah ona bir gece vakti herkes uykudayken su gönderdi. Sabah uyanan yahudi aile bu ihsan-ı ilahi karşısında daha fazla direnemeden senin Rabbına iman ediyoruz diyerek şehadet getirdiler.
İslamiyeti dünyanın her bir köşesine yaymak için bütün varlıklarını ortaya koyuyordu sahabe. Efendimiz müsade ettiğince, küçücük çocuklar bile analarının dizinin dibinden kalkıp savaş meydanına koşuyorlardı. Ne malları gözlerindeydi, ne de canları... Allah yolunda cihad etmekten zerre kadar korkuları yoktu, öyle ki; Bizans komutanı:" Kralım bu insanlarla savaşılmaz, biz ölümden korktuğumuz kadar onlar ölüme koşuyorlar" demişti, İşte bu iman kuvvetiydi!
Ashabın karşısına cihad yolunda kimi zaman oğulları çıktı, kimi zaman amcaları, babaları... Ama onlar hiç düşünmeden islamiyeti tebliğ uğruna savaşmayı bildiler. Anam babam sana feda olsun ya Resulullah dediler ve feda ettiler.
Şiddeti gittikçe artan bu işkenceler, eziyetler rahmet Peygamberine ve ashabına doğup büyüdükleri memleketlerini bile terk ettirmişti sonunda. İslamı tebliğ uğruna anasını babasını feda eden sahabe doğup büyüdüğü topraklarını mı gözünden çıkaramayacaktı.
Ne içindi bunca sıkıntı? İslamiyeti daha fazla insanlara duyurmak, dünyaya yaymak, insanların imanlarını kurtarmak içindi elbette.
Şah-ı Nebi Efendimize ve hatta peygamber aşklarından ötürü onu hatırlatan en ufak bir ize, bir emareye bile sahip çıkan ve kusursuz hürmet eden ulu ecdadımıza gidelim şimdi de...
Efendimize bizim gösteremediğimiz büyük hürmeti ince bir itina ile gösterdiler yıllarca.
Osmanlı'da; devlet meselelerinin en başında gelirdi İslamiyeti yaymak.
İslamın sancağını dünyanın her yerine götürüp dalgalandırmaktı ilk niyetleri her zaman.
Savaş meydanı önce seccadesi olurdu ecdadımın, mübarek kanlarıyla ıslanmadan evvel secdede döktükleri gözyaşlarıyla ıslanırdı toprak.
Ordusunu arkasına alıp "Allah Allah" nidalarıyla düşmana karşı vuruşmadan önce cemaatle namaza dururdu ulu ceddim.
"Allah’ım mübarek Resulünün hürmetine müminlere yardım et" diye dua ettiği vakit aminler yükselirdi arşa er meydanından.
Kafirin boynuna kılıncı indirecek eller "Allahuekber"lerle bağlanırdı önce Allah’ın huzurunda.
Omuz omuza saf tutardı Osmanlı.
Allah yolunda cihada giderken, bütün ordu istirahate çekildiğinde, gece uyumayıp Kur’an okuyan, sabaha kadar yüce Yaradana zafer için yalvaran: “Allah’ım islam ordusuna zafer nasip et” diye dua eden, askerine: "Bugün kazanacağımız zafer islama Avrupanın yolunu açacaktır, müslümanlığı yüceltmek için savaşırken şehit düşüp cennete gitmenin yolu bu meydandan geçer" diye konuşan yüreği iman dolu Muradların torunlarıyız biz.
Kazanılan zaferinin ertesi günü yaralı bir sırp asilzadesinin müslüman olmak istiyorum düzmecesine: "getirin, müslüman olmak isteyen birisini reddedemeyiz" diyen ve o asil kalleşin gömleğinin cebinden çıkardığı hançerle şehit olan Muradların torunlarıyız.
İşte böyleymiş tarih... İşte böyleymiş Osmanlı... İşte böyle olurmuş islamiyeti yaymak.
Biraz daha yakın geçmişimize gelelim şimdi de...
Çok değil bindokuzyüzlü yılların ilk yarısına.
İslam sancaktarlarından olan Said Nursi hazretlerine.
Bir asra yakın süren ömrü boyunca hapislere atıldı, sürgünlere gönderildi. Zehirlendi, penceresiz, soğuk hücrelerde aç ve susuz bırakıldı ama o ve nurun talebeleri çelik gibi bir imana sahiplerdi, hiç bir ızdırap onları bu yoldan ayıramadı. Bütün bu sıkıntılara rağmen Said Nursi davasında azimle devam etti, hizmet-i kur’an yolunda istikrarla yürüdü. Bir kişinin imanı bile onun için çok ehemmiyetliydi. Kardeşlerinin imanını kurtarmak için hem dünyasından hem de ahiretinden vazgeçtiğini şu sözleriyle açıkca söylemişti;
"Ben, cemiyetin iman selameti yolunda ahiretimi de feda ettim! Gözümde ne cennet sevdası var; ne cehennem korkusu! Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil; bin Said feda olsun! Kur'an'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, cenneti de istemem! Orası da bana zindan olur! Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur!"
Allah diyen her zaman kazanmıştı. Risale-i Nur talebeleri de Allah dediler ve bütün zorluklara, imkansızlıklara rağmen kazanan onlar oldu, her geçen gün sayıları arttı, nurlar artık dünyanın her yerinde okunur, her dile tercüme edilir oldu.
Günümüze gelince...
Dinimizi layığınca yaşayamadığımızı düşünüyorum kendimce.
Ahir zamanın dehşet veren fitneleri karşısında çok sağlam durmamız gerekir kendimiz için önce...
Etrafımızdaki insanları da islama çekmeliyiz lisan-ı halimizle.
Aksi takdirde mesulüz indallah, hesabını vereceğiz huzur-u ilahiye gidince...
Velhasıl-ı kelam;
Muhammedin ümmeti, Fatihlerin torunları, Said Nursinin talebeleriyiz biz!
Ya Resulullah, dostuna kavuşmadan az evvel demiştin ya: "kardeşlerime selam söyleyin."
Sahabe sormuştu sana "senin kardeşlerin bizler değilmiyiz?"
Sen de: "sizler arkadaşlarımsınız, ahir zamanda beni görmeden iman edenler kardeşlerimdir" demiştin.
Şimdi biz senin müjdenle şereflenmek için avcumuzda imanımızı sımsıkı tutmaya çalışıyoruz kor misali yansa da...
Binler salat-u selam olsun sana...
“Ya Rab, bizleri Senin yolunda mallarımızla,canlarımızla cihad edenlerden eyle.”
Haber7