İslam tarihinde ekonomik kaynak kullanımı ve ehliyet mefhumu

Erdem AKÇA

Bütün toplum ve devlet yapılarını ilgilendiren en önemli hususlardan birisi sahip olunan yer altı ve yer üstü kaynakların en etkili, verimli ve ekonomik şekilde kullanılması ve ihtiyaçları giderecek şekilde istihdam edilmesidir. Bu noktada ehliyet meselesi bütün ağırlığı ile kendini hissettirir.

Ehliyet, psikolojik manada yapılacak işe karşı vahşi ve yabani olmamayı ifade ettiği gibi, ekonomik ve sosyolojik manada da yapılacak bireysel veya sosyal bir iş konusunda yeterli bilgi ve beceri donanımına sahip olma manasında bir ıstılah olarak kullanılır.

Bilgi bize, kullanılacak kaynakların bütün kullanım varyantlarını en zararlısından en yararlısına olacak şekilde sınıflandıracak ve gözler önüne serecek perspektifler sunduğu gibi beceri de bize, yapılacak işin bir sanat eseri gibi ruhlu, özenli ve dikkatli yapılmasını sağlayacak teminatı verir.

Bilgi, iş göreceği zaman kalıplar çizerek hareket eder. İngilizcede bilgi için “information” (bir form ve kalıp içine alma) denilmesi bilgi-kalıp ilişkisini anlatan filolojik bir delildir. Bilgi netleştikçe ve keskinleştikçe, herhangi bir sahada yapılacak yatırım, kullanılacak imkanlar ve miktarları belirmede, sınırları net şekilde göstermeye başlar. Bu manada meslekî bilgi ve beceri hiyerarşisini ifade eden çıraklık-kalfalık-ustalık o sahaya dair ehliyet boyutlarını ifade ettiği aynı zamanda yapılacak işin kalitesini, israfsızlığını, verimliliğini de gösteren bir sembol mahiyetine bürünürler.

Bu noktada idari yapıyı bilgi ve ehliyet üzerine inşa eden siyasi otoriteler ve sosyal sistemler idareci şahsın varlık veya yokluğuna göre şekil almaktan kurtulur, bilginin himayesi ve becerinin hareket kabiliyeti altında uzun ömürlü bir varlık kazanırlar. Fakat gücü temel alan sistemler, idareci şahsın baştan çekilmesiyle yıkılır giderler. Bu konuyu Said Nursi şöyle ifade eder: “Mânen herbir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılâhınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır. İşte, zaman-ı istibdâdın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kâsî (katı) olsa idi, yükselirdi. Fakat, zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir (kamuoyu); kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ (Ortaçağ) hükûmetleri inkırâza (çökmeye) mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar.”[1]

Bu mananın İslam devletinde tahakkuku, ilim ve hikmetin devlet ve sosyal yapıyı idare etmede hâkim unsur olması ve ehliyetin baz alınması için Hz. Peygamber (ASM), kurduğu devleti ilim ve şuraya dayanan, halkın kendi başkanlarını seçecekleri bir Cumhuriyet olarak düzenlemiş ve kendisinden sonra başa geçmesi gereken ehliyetli kişilere birçok hadisinde işaret etmiştir. Kur’anın verdiği işaretlere nazaran…[2] Ehliyetsiz idarecilerin saltanatını manevi müşahedelerinde ısırıcı bir köpek ve müstebid bir canavar olarak görmüş ve haber vermiştir.[3]

Ehliyet ve Sosyal Kaynakların Kullanımı

Ehliyette belirleyici unsur, bilgi ve tecrübedir. Bir kişide bilgi ve beceri çapını ve derinliğini belirleyici unsur ise kabiliyetlerdir. Bu temel hususun farkında olan Hz. Peygamber (ASM) yeteneğini keşfettiği kişileri sahasında uzman olacak şekilde bir talim ve terbiyeye almış, ümmete ve insanlığa faydalı hale getirmiştir.

Bunu Zeyd bin Sâbit (RA) örneğinde görebiliyoruz. Hz. Peygamber (ASM) Medine’ye hicret ettiğinde Zeyd 11 yaşındaydı ve 17 sureyi ezberlemişti. Hafızasının gücünü keşfeden Hz. Peygamber (ASM) onu Yahudilerle yapılacak resmi yazışmalarda kendisine yardımcı olması için İbranice öğrenmeye sevk ve teşvik etti. Bu sevkte hafıza gücü ile dil öğrenmede kolaylık arasında doğru orantı olduğu şeklinde bir nebevî tespit görüyoruz. Ki Zeyd, sonraki yıllarda Kisra’nın Hz. Peygamber’e (ASM) yolladığı elçisinden Farsça’yı, Hz. Peygamber’in (ASM) perdedarından Rumca’yı, Resulullah’ın (ASM) diğer hizmetçilerinden ise Habeşçe ve Kıptice’yi öğrenerek dil sahasında uzman, dil öğrenmede maharet ve ehliyet sahibi bir kişi olduğunu göstermiş, Hz. Peygamber’in (ASM) dil konusundaki tespitini fiilen ispatlamıştır.

Hz. Peygamber (ASM), kişileri yeteneklerinin bulunduğu sahada geliştirerek o sahada otorite haline getirmekte, o sahayla ilgili devlet bünyesinde bir görev bulunduğunda o kişileri istihdam etmekte ve muvaffak olmaktaydı. İlim sahasında Hz. Ali’yi (KV), askeri sahada Sa’d bin Ebi Vakkas’ı (RA), maliye sahasında Abdullah bin Erkam’ı (RA) v.s. yetiştirmiş, devlet kademelerinde istihdam etmiş ve mükemmel sonuç almıştır.

Evveliyatında kendi yeteneklerini bilgi ve tecrübe eşliğinde açarak sahasında başarılı olan kişileri ise, o sahayla ilgili bir vazife görülecekse gönül rahatlığı içinde istihdam etmiştir.

Mesela hicretin ilk yılında Medine’ye gelen Benî Hanife kabilesinden Talk bin Ali Müslüman olmuştu. Mescid-i Nebevî ise o esnada yapım aşamasındaydı. Hz. Peygamber (ASM), mescidin yapım işlerinde harç karma ustası olan Yemameli Talk bin Ali el-Hanefi’yi (RA) istihdam etmiştir. Onun ustaca harç karması ve kerpiç yapmasını gözlemleyen ve çok beğenen Hz. Peygamber (ASM), “Şu Hanefî gerçekten harç ustasıymış” diyerek onu takdir etmiştir.

Diğer bir nebevi uygulama da ticaret ve ekonomi sahasında olmuştur. Hz. Peygamber (ASM), Medine’ye hicret ettiğinde Medine pazarına Yahudiler hâkimdi. Para sirkülasyonu da onların elindeydi. Yahudiler Tevrat’a rağmen tefecilik yapmakta ve insanların borçlanma ihtiyacını su-i istimal ederek problem çıkarmaktaydılar. Hz. Peygamber (ASM), Medine pazarında Yahudilerin hâkimiyetini kırmak için Mekke’nin tecrübeli Müslüman tüccarları olan Abdurrahman bin Avf, Osman bin Affan (R.Anhuma) gibi sahabeleri Medine pazarında yer almaları için teşvik etmiş… Mücadeleyi kızıştırmak ve piyasadaki Yahudi gücünü bütün bütün kırmak için konfor, ulaşım ve rahatlık noktasında Yahudi pazarından daha üst seviyede yeni bir pazar yeri kurdurmuş… Dıştan gelen tüccarlardan vergi alınmaması gibi uygulamalarla üreticileri ve dolayısıyla fiyatları düşürerek tüketicileri yeni pazara çekmiş… Bu sayede Medine piyasasındaki Yahudi gücü ve otoritesini tamamen dağıtmıştır.[4] Bu ekonomik mücadelede yaşadıkları mağlubiyetten dolayı Yahudiler ile Müslümanlar arasında siyasi gerginlikler doğmuştur.

Bununla beraber Müslümanlar arasında belirli bir sahada ihtisas sahibi kişiler olmadığında fakat o sahanın en verimli ve etkin şekilde işletilmesi gerektiğinde Hz. Peygamber (ASM) sahasında ehliyeti bulunan gayr-ı müslim ve hatta müşrik kişileri istihdam etmiştir.

Mesela hicret esnasında Kendisine ve Hz. Ebu Bekir’e (RA) yol gösteren ve kılavuzluk yapan zat Abdullah bin Üreykıt isimli bir müşrikti. Mekke müşriklerinin “Yakalama emri ve mükâfât vaad ettikleri” ve birçok kişinin yakalama teşebbüsüne kalktığı bu riskli ortamda Abdullah bin Üreykıt, Hz. Peygamber (ASM) ve arkadaşını Medine’ye sağ-salim ulaştırmıştır.

Bu konuda diğer bir örnek ise, gayr-ı müslim olan Hayber ve Fedek Yahudileridir. Çünkü Hz. Peygamber (ASM) Hayber, Fedek ve Teyma gibi Yahudi halkının bulunduğu kaleleri ve arazileri siyasi gerginlik sonrası savaşsız teslim almıştı. Yahudiler, sahip olduğu arazileri çiftçilikte kullandıkları ve o an Müslümanlar çiftçilikte çok maharetli olmadıkları için Hz. Peygamber’e (ASM) toprağı işlemeleri konusunda yarıcılık teklif ettiler. Kaynakların verimli kullanılması ve israf edilmemesi için Hz. Peygamber (ASM) Yahudilerin teklifini kabul etmiş ve onlarla yarıcılık anlaşması yapmıştır. Normalde sürgün edilmeyi hak eden Yahudiler bu şekilde Arap yarımadasında bir süre daha yaşama hakkı kazanmış ve yurtlarından ayrılmamış oldular.[5]

Hz. Peygamber’in (ASM) bu uygulamasını takip eden Hz. Ömer (RA), kendi döneminde verimli Irak arazileri savaşla fethedilince, savaş hukuku gereği mücahidlere ganimet olarak bölüştürülüp verilmesi gereken tarım arazilerini Muaz bin Cebel’in (RA) ikazı üzerine sosyolojik bir maslahat gereği olarak toprak sahiplerinin ellerinden almamış, cizye haricinde haraç vermeleri karşılığında tarım arazilerini kullanmalarına izin vermiştir.[6]

Bu ve benzeri uygulamalar gösterir ki, İslam ekonomisinde ehliyet hususunda ulus ve din ayrımı bulunmamaktadır. Yerel insan kaynaklarında ehliyet sahibi kişi bulunmadığı durumlarda başka bir din ve milletten kişiler ücret karşılığı transfer edilmiş ve istihdam edilmiştir.

-Devam edecek-

[1] Münâzârât Risalesi… Bu pasajda Doğu’daki aşiretlere Meşrutiyeti tanıtma amaçlı yapılan soru-cevap şekli konuşmalardan bir alıntıdır. Metindeki “ zaman-ı istibdad ” dan kasıt, Sultan II. Abdülhamid’in biraz şartların zorlamasıyla kendini mecbur bilip uyguladığı baskı idaresidir. Bediüzzaman fikirde ve duyguda hürriyetten yana olduğu gibi siyasi ve sosyal hayatta da hürriyetten yanadır. Fakat ahlaksızlık, sefihlik ve başkasına zarar vermemek kaydıyla…

[2] Nisa suresi 69. Bu âyette Nebi, Sıddık, Şüheda ve Hüsn-ü Refakat tabiriyle 30 senelik raşid hilafette başa geçecek kişilere sıfatlarıyla işaret bulunmaktadır.

[3] Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:340;Müsned, 4:273

[4] Prof. Dr. Cengiz Kallek, Asr-ı Saadette Yönetim-Piyasa İlişkisi.

[5] Belazurî, Fütuhu’l-Buldan, Hayber, Fedek ve Teyma’nın fethi.

[6] Belazurî, Fütuhu’l-Buldan, Irak Topraklarının fethi.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.