Önceki yazılarımızdan birinde bahsetmiştim…”Sahibine teslim olan gönüller” diye…
Türkiyemizin en büyük öğretmen liselerinden birinde üstlendiğim müdürlük görevinde, gençlerimizin, yeni filizlenen genç evlatlarımızın ruhlarındaki açlığı ve imana susamışlığını yaşamıştım onlarca hâdiselerle… Sorumluluğumun farkındaydım. Onları terör belasından, anarşi batağından, inançsızlık girdabından, marksizim tuzağından ve istikbal felaketinden korumanın/kollamanın çabası tüm benliğimi sarmıştı. Ne yapabilirdim, neler yapılabilirdi mevcut eğitim sistemi içinde ve mevcut kadro ile?
Olsun, görevimiz; sevgi, şefkat, hizmet, insan kurtarma üzerine kurulu bir anlayış ve gönülleri fethetmeye odaklı bir eğitim değil miydı? Kalıpların ıslahı, gönüllerin ıslahından geçmiyor muydu? Eğitim ve öğretimin amacı, bilim ve teknolojiye Allah namına bakabilmek, fen ilimlerinde marifetullah (Allah’ı bilme/tanıma) iklimini yakalayabilmek, karakterli, dürüst, bilinçli, vatanperver, mukaddes değerlerine saygılı fertler yetiştirmek değil miydi?
O günün şartlarında, siyah/beyaz TRT televizyonunda öğrenci lokalinde Mevlid Kandilinde okunan Mevlidi öğrencilere dinletmek, lokum ve mevlid şekeri ikram etmek suçundan (!) müfettişlerce sorguya çekilen bir okul müdürü ne yapabilirdi ki?
Hayır, hayır… Yapacağı çok şeyler olmalıydı. Çünkü o fidanlar kurumamalıydı, filizler çiğnenmemeliydi zalim ayaklar tarafından…Küfre kurban verilmemeliydi. İstikballer karartılmamalı, milletin geleceği nur’landırılmalıydı.
Evrende en önemli mesele iman meselesi değil miydi? Gönüllere yerleştikten sonra, kötülükler sökün edip yol bulabilirler miydi hayatı alt üst etmek için? Hidayeti veren sahibiydi, tebliğcinin çabalarını sonuca bağlayacak olan da…
Göz yumulamazdı gönüllerin, hayatların ve istikbalin karartılmasına. Geçit verilemezdi ayrılıkçı, tahrikçi, tahripçi davranışlara…Köhnemiş Darvinizm kalıntılarına…
Onları mânen kucaklayacak, ısıtacak, Rablerinin huzurunda alınlarını secdeye koyacakları bir mekân lâzımdı. Nereden geldiklerini, neci olduklarını ve nereye gideceklerini fısıldayan, yaratılış gaye ve amaçlarını resmeden bir ruh atmosferine, bir ortam bütünlüğüne, bir buluşma/kaynaşma anlayışına…
Ve susayan dudaklarını dayayabilecekleri bir nur çeşmesine acil ihtiyaçları vardı.
Anlatacağımız Satı kızın öyküsü bir rol model… payına düşen marksizim zehiri, Darvinizm uyuşturucusu, hücrelerine işleyen kanserojen maddeler daha fazlaydı ki, yerinde duramıyor, sorun üstüne sorun, olay üstüne olay çıkarıyordu.
Tedavisi belliydi, Kur’ân Eczanesinden şifalı ilaçları alması gerekiyordu. İçine düştüğü bataktan ancak böyle kurtulabilirdi. İnsan yaratılışına uygun bu reçetenin kendisine ulaştırılması gerekiyordu. Ama nasıl, nerede ve ne zaman?
Okulda daha önce meydana gelen çatışmalarda, çam dalından elde ettiği sopalarla askere ve komutanına saldıran Satı kızı, başka ne ile ıslah edebilirdiniz?
Ama kalpler evirip çeviren Allah’tı. Ona teslim olan gönüllerde gam ve kasavet kalmazdı. O iksirden bir kez içenler bir daha susamaz, gönlü yabancı maddelerle kanmazdı. Hedefine uyanmış, öteler bakışlı gözler, bir daha aldanmaz /aldatılamazdı. Kur’ân şerbetini içenler, geçici zevklere kanmaz, gençliğin heva ve hevesine takılıp kalmazdı. Rabbinin huzurunda secdeye kapananlar, tağutlara, firavunlara eğilmezdi. Alnında İslâm’ın nuru parlayan gönüller, bir daha yanlış yollara sapmazdı. Yeniden dirilişin muştusunu gelecek kuşaklara ulaştırmanın heyecanını yaşayanlar sefil hayata bir daha dönüp bakmazlardı. İlâhî aşkın tadına varanlar, geçici, zâil, fâni zevklerin müptelası olmazlardı…
İşte Satı kız, tüm çaba ve gayretlerin simge ürünüydü. Vakûr, cesur ve onurlu yürüyüşün simgesi…
Garnizon komutanının okul ziyaretlerinden birinde, Satı kız edeple komutanın elini öpüyordu. Manzarayı ve sonucu heyecan ve gururla seyrediyordum Albayın söyleyeceklerini merak ederek.
-Bu Satı değil mi? diye sordu.
-Evet Albayım, doğru tanıdınız, diye cevaplandırdım.
Çam dalıyla bir zamanlar Albaya saldıran öğrenci, şimdi nezaket ve terbiye içinde “hoş geldiniz”le karşılıyordu Garnizon komutanını.
Bana dönerek;
-Bu ne demek, nasıl oldu da böyle oldu? diye merakla sordu.
-Bizler eğitimciyiz. Sevgi ve şefkat odaklı eğitim anlayışımız, insan fıtratına uygun çabalarımız bu sonucu doğurdu, diye cevapladım.
Çok şaşırmıştı…Detayını müdür odasında konuştuk. Benim darbelere, ihtilallere karşı olduğumu pekâla biliyordu. Vatan evlatlarının nasıl ıslah edilebileceği noktasında anektotlar verdim, çare ve tedbirler üzerinde durdum, öylece ayrılıp gitti.
Durun, daha bitmedi. Satı kız mezun olup gitti. Birkaç ay sonra bir mektup, şahsıma özel. Açtım mektubu, içinde beş lira…” Kıymetli hocam, bunca emeğinizi şükranla anıyorum. Bir iyilik yapmanızı daha sizden istirham ediyorum…” diye başlayan bir mektup. Meğer, okulun karşısındaki bakkaldan öğrencilik yıllarında alış veriş yapmış, bakkal dalgınlıkla, on lira verdi diye, parasının üzerini, Satının verdiği beş liradan daha fazlasıyla geri ödemiş. Satı buna ses çıkarmamış. Çok pişman olduğunu, bu haram paranın bakkala iade edilmesi ve helallık alınması gerektiğini vurgulamış mektubunda ve benden de aracı olmamı istemiş.
Bu mektubu sene başı öğretmenler kuruluna getirdim. Okudum, vermem gereken mesajları tüm öğretmenlerimize verdim. Kurul heyecanla dinliyor, kimisi göz yaşlarını tutamıyordu. Rabbim bu ibret dolu sahneleri ve mutlu sonları yaşattığı için, şükür ve hamd duygları içinde heyecan ve mutluğumu gizleyemiyordum.
İşte değerli dostlar, daha binlerce Satı kızımız, Ayşe, Fatma, Nilay, Tülay,Gülay, Hasan, Ahmet, Bilal evladımız kurtarılmayı bekliyor. Sözde medeniyetin girdabından, Batı emperyalizminin, küfür ve dalâletin, sefahet ve gayr-i meşru hayatın tuzağından kurtarılmayı bekliyor.
Anneler, babalar, öğretmenler, terbiyeciler, sosyologlar, psikologlar, idareciler, sorumlular, önderler, mürşidler, eğitimciler, askerler, siviller! Daha neyi bekliyoruz? Hep birlikte geleceğimiz kurtarmaya ne dersiniz?