İslamcılığın Kökleri
Esas olarak “ittihad-ı İslam” fikrine dayanan İslamcılık; “19’uncu Yüzyılla başlayan, İslam’ı bir bütün olarak “yeniden” hayata hâkim kılmak, Müslümanları sömürgeci Batıdan, zalim ve müstebit yöneticilerden, siyasi ve ekonomik esaretten, hurafelerden ve dalaletten kurtarmak; birleştirmek ve terakkinin yolunu açmak yolunda gerçekleştirilen siyasi, ilmi ve felsefi çalışmaların, ortaya konulan çözümlerin tamamını ifade eden bir hareket olarak açıklanabilir. Bu tarifin böylesi çok sayıda ve genişlikteki kavramı içine alışı, İslamcılığın hem tarihsel olarak hem de muhteva olarak farklı bağlamlarda ele alınabilmesinden kaynaklanmaktadır. İslamcılık münferit bir hareketten daha çok, aynı hedefe varmak için gerçekleştirilen farklı yapılardaki hareketlerin bütününe denilmektedir.
İslam’da ve Müslümanlar arasında “yeniden” bir şeyin yapılmaya kalkışılması ve dillendirilmesi “ihya, tecdid, teceddüt” gibi kavramlarla ifade edilmektedir. Bu “yenidenlik” dini anlamda “Ey iman edenler, iman ediniz” benzeri ayetlerden ve “Şüphesiz Yüce Allah bu Ümmet için, her asır başında onar için dini hayatlarını tecdid edecek birisini gönderecektir” gibi hadislerden meşruiyetini almaktadır.
Daha henüz İslamcılık kavramından söz edilemeyecek bir zamanda, Müslümanlar devrin en önemli Devleti altında, ekonomik olarak bağımsız ve iyi durumda iken, şer’i olarak nitelenebilecek bir hayat devam ederken; Batının, Hristiyan dünyasının büyük çalkantılar yaşayarak hem siyasi yönden hem ekonomik yönden hem de bilimsel alanda büyük değişimler yaşadığı bir vakıadır. Sanayi Devrimi hem hukuki hem siyasi hem ilmi bir muhteva içinde gerçekleşti ve genelde Müslümanlar özellikle Osmanlı Devleti bunun farkına varamadı. Batıda İlerleme iştiyakı siyasi olarak laik demokrasiyi, ekonomik olarak Kapitalizmi ve bilimsel olarak Tabiatçılık-Evrimcilik-Rasyonalizm-Determinizm kavramlarını ortaya çıkardı; Feodalite ve Merkantilizm, Kilisenin hâkimiyeti ve Batlamyusçu Evren görüşü tarihe gömüldü.
Batıda bütün bu değişimler yaşanırken İslam âlemi içerisinde gittikçe derinleşen bir Skolastik durum yaşanmaya başlanmıştı. Bu duruma nasıl gelindiği başka bir makalenin konusu olduğundan, bu hususlara değinmeyeceğiz.
İslamcılığın yeşermeye başladığı ortam olarak Tanzimat Devrini işaret edebiliriz. Bilindiği üzere Tanzimât, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839 yılında Tanzimât Fermânı olarak bilinen Gülhane Hatt-ı Şerif-î'nin ilanıyla başlayan modernleşme ve yenileşme dönemini ifade etmektedir ve "Düzenlemeler, reformlar" manasına gelir ve Batı kaynaklarında çoğunlukla “Osmanlı Reformu” olarak tercüme edilebilecek “the Ottoman Reform” olarak geçer. Tanzimat Döneminin 1’inci Meşrutiyetle sona erdiği söylenir fakat Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar Reformların sürekli olarak devam ettiği aşikârdır.
Özellikle ecnebilerin etkisiyle yapılan Reformların önemi büyüktür. Bu reformların dinin siyasetten, ekonomiden ve bilim dünyasından çekilmesiyle ortaya çıkan yeni Avrupa’dan alınan yöntemler ve ilkelerle yapılması, Osmanlının Şer’i olarak düzenlenmiş hukuki ve siyasi yapısında karmaşaya sebep olmaktadır. “Yeni dünya”ya entegrasyonun nasıl gerçekleşmesi gerektiğinin yoğun şekilde tartışılmaktadır. İşte bu tartışma ortamında İslamcılık düşüncesinin şekillendiği ve köklerini bulduğu söylenebilir. Bu yönden İslamcılık bir entegrasyon ideolojisidir denilebilir.
İslamcılığın doğmasına “İttihad-ı İslam” kavramının yol açtığı söylenir. Bir ittihada ihtiyacın ortaya çıktığını ilk defa Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla ortaya çıkan coğrafi ve siyasi tablo gözler önüne serer. 1757’de Bengal İngiliz, 1798’de Mısır Fransız, 1852’de Hindistan İngiliz yönetimi altına girmiştir. Yüzyıllık bir süreçte Müslüman coğrafyanın önemli kısmının birbirinden kopması ve sömürge haline gelmesi tekrar eski duruma, bir ve beraber olan ümmet haline dönüşü ifade eden İttihad-ı İslam fikrinin ortaya çıkışını netice vermiştir.
İttihad-ı İslam’ın hemen olmayacağı açıktı ve bunun gerçekleşmesi için yapılması gereken pek çok şey vardı. İşte genel olarak İslamcılık şeklinde kavramlaştırılan durum, bu tartışmalardan ortaya çıkan fikir ve eylemlerin genel bir ifadesidir. “Düşmüşlük” duygusunun hâkim olduğu bir coğrafyada, telaşın ifadesi ve tekrar dirilişin (ihya) ideolojisidir. Her ne kadar aykırı birkaç yorum da olsa genel itibariyle Müslümanların, Müslüman kalarak “modernleşme” projesinin adıdır. Görüleceği üzere İslamcılık iki esas üzerine bina edilen faaliyetler bütününe denilmektedir: “ittihad-ı islam ve tecdid”. Birincisi Müslümanların siyasal birliğini ifade etmekte; diğeri hukuk, ekonomi, siyaset ve sanat gibi alanlarda çağı yakalama arzusunu anlatmaktadır.
İslamcılığın muharrikleri
İslamcılık esas olarak Oryantalistlerin İslamiyet ve Müslüman coğrafya üzerinde gerçekleştirdikleri ilmi faaliyetler ve neşrettikleri yayınları kendine muhatap alan kitlelerin ortaya koyduğu faaliyetlerle meydana çıkmıştır. Bu anlamda, İslamcılığın fikri altyapısının Oryantalizmin ortaya attığı iddiaların cevaplandırılması girişimleriyle oluştuğu söylenebilir. Misyonerlik faaliyetlerinin düşünce yapısını oluşturan Şarkiyatçılık, Batının Doğu medeniyetlerine dışarıdan, ötekileştiren, reddeden, aşağılayan ve bunu felsefe ve bilimle temellendirmeye çalışan faaliyetlerini anlatmaktadır.
Şarkiyatçılar, İslam dünyasını her hücresine kadar hem tarihsel hem kavramsal olarak inceleyip; pek çok konuda yorum ve iddialar ortaya attılar. Akıl-nakil meselesi, din-bilim çatışması, mezheplerin durumu, içtihat meselesi, Kuranın bu çağın ihtiyaçları karşısındaki durumu, hadislerin sahihliği ve Kuran metninin korunmuşluğu gibi meseleleri sömürgeciliğin işine yarayacak tarzda gündeme getirdiler; naslara bağlı kaldığı için İslam’ın değişime uygun olmayan bir din olduğu, tasavvuf gibi İslam kültürünü oluşturan kurumların Romadan, Hint ve İran kültüründen alındığı iddialarını serrişte ettiler. Varılmak istenen hedef Müslümanların dinlerini bırakmalarının Müslümanlara kabul ettirilmesi ve Batı kültürüne entegrasyonlarının sağlanmasıydı. İşte bu entegrasyon dayatmasına karşı çıkma ve çıkış yolu arama girişimleri İslamcılık ile tesmiye edilmiştir. İslamcı denilebilecek hemen herkesin bir şekilde cevaplandırmaya, reddetmeye, yeni bir çıkış yolu aramaya başladıkları noktalar, Oryantalistlerin (Şarkiyatçıların) iddialarından birine veya birkaçına tekabül eder. Yüzyıllar boyu biriken ve kalınlaşan problemlerin bir anda müstebit ve mağrur Batılılar tarafından önlerine konulması Müslümanları fazlasıyla rencide etmekte, telaşa ve çıkış yolu aramaya sevk etmektedir. Nerdeyse ikibuçuk asırdır süregelen Müslümanların düşmüşlük psikolojisinden kurtulma çabaları İslamcılık şeklinde tezahür etmektedir.
İttihad-ı İslam (Panislamizm) fikrini ilk kez dillendirenin Cemaleddin Efgani olduğu söylenir. Henüz İslamcılığın kavramsal yapısı oluşmadan parçalanmaya başlamış coğrafyanın tekrar birleşmesi gerektiğinin, bunun da siyasal birliktelikle mümkün olacağının dile getirilmesi normaldir. Cemaleddin Efgani günümüzde tipik olarak “Siyasal İslam” olarak tabir edilen olgunun modern anlamda dayandırılabileceği ilk fikirleri ortaya koyan figürdür. Muhammed Abduh, Ziyaeddin B. Fahreddin, Mehmed Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu gibi şahsiyetleri derinden etkileyen Efganinin fikirleri kısa sürede halkçı ve milliyetçi formlara dönüşüvermiştir. Efgani her İslam Milletinin kendi istiklaliyetini sağlayarak küresel anlamda ittihat etmesi fikrini savunmuştur. Hem milliyeti hem ittihadı beraber ele alan bu düşüncenin uygulanamaz olduğu Birinci Dünya Savaşında yaşanan ve Osmanlı’nın parçalanmasını netice veren olaylarla ortaya çıkmıştır. Siyasal İslam’ın bu ilk formu hemen hemen tüm aydınları, mütefekkirleri, sanatçıları, devlet erkânını ve ulemayı derinden etkilemiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında artık pratiğini yitirmiş fakat ideal olarak pek çok zihinde yaşayan Efgani’nin fikirleri İslam memleketlerinde çeşitli şekillerde gerçekleştirilmeye çalışılmakta; aradaki farklar “uygulanacak yöntem” konusunda ortaya çıkmaktadır.
Şunu açıkça ortaya koymak gerekir ki Namık Kemal’den Mehmed Akif’e, Ziya Gökalp’ten Muhammed İkbal’e kadar; Babanzade Ahmed Naim’den Şeyhulislam Musa Kazım Efendi’ye, Yusuf Akçura’dan Yahya Kemal’e, Said Halim Paşa’dan Nükhet Sabit’e kadar bütün bir Osmanlı aydını; Fazlurrahman, Seyyid Hüseyin Nasr, Muhammed İkbal gibi, Ali Şeriati, Seyyid Kutup ve Muhammed Abid El-Cabiri’ye kadar 20’nci yüzyıl şürehası İslamcılığın çeşitli formlarını ve yöntemlerini tartışmışlar ve temellendirmeye çalışmışlardır. Kimisi milliyetçiliği, kimisi kavmiyetçiliği, kimisi ümmetçiliği, kimisi Osmanlıcılığı, kimisi Batıcılığı; kimisi iman hizmetini, kimisi de yönetim erklerinin ele geçirilmesini savunmuşlardır. Bunların hemen hepsinde, az veya çok, başlangıçta veya daha sonradan silahlı mücadeleye girişen yaklaşımlar olduysa da İslamcılık hareketlerinin çoğunun kültürel-dini-demokratik-imani çerçevelerde seyrettiği söylenebilir. Doğrudan yönetim erkinin “politik veya bürokratik yollarla ele geçirilmesi-Müslümanların iktidarı” ile “Halkın İslami ve imani duyarlılığının geliştirilmesi-İslamiyetin doğru şekilde yaşanması” fikirleri günümüzde İslamcı yaklaşımların temel ayırt edici niteliği olmaktadır.
Şunu da vurgulamak lazımdır ki Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük, Ümmetçilik olarak tasnif olunan bütün yaklaşımların genel olarak ortak bir gayesi olduğu söylenebilir: “Müslümanların ittihadı ve terakkisi”. Cumhuriyet sonrası ortaya çıkan durum ile Osmanlı Devleti zamanındaki durum –gaye-i hayal olarak- birbirinden farklılık arz eder. Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük, Ümmetçilik davalarını savunan Osmanlı aydınının hemen hepsi bir yönüyle İslamcı olarak nitelendirilebilir. Zira hedef ve maksatları Osmanlıyı kurtarmaktır.
İslamcılık olgusu, olağan bir şekilde, Osmanlı Devletinin inkırazı sonrasında bir yol ayrımına uğramıştır. Osmanlı zamanında özellikle Birinci Dünya savaşının sonuna kadar ki dönemde İslamcılar, zaten iktidara sahiptiler ve zaten dini hayat ve şeriat, eksikleriyle de olsa yaşanmaktaydı. Fakat Osmanlının yıkılışıyla Müslümanların siyasi birliği dağılmış ve Müslümanlar dini hayatlarının önüne çeşitli engeller koyulmuş olarak yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Bundan sonra kaybedilen devletin/iktidarın ele geçirilmesi mi yoksa engellenen dini hayat ve zedelenen terbiye-yi İslamî ve imanînin tamiri ve tekrar kökleşmesi için mi çalışılacaktır. İşte bu anlamlı yol ayrımı, günümüzde “siyasal İslam” denilen yöntemle “iman ve Kur’an hizmeti” denilen yöntemi ortaya çıkarmıştır. İslamcılık içinde dâhil olan bu iki yaklaşım da Cumhuriyet Devrinde sürgünler, hapisler, idamlar, cinayetler, müsadereler, ihtilaller ve cuntacı hareketlerle bastırılmaya çalışılmıştır.
Osmanlıcılık davası Osmanlının irtihaliyle sona ermiş; Batıcılık Kemalizm’le, Türkçülük Türk Milliyetçiliği ile Ümmetçilik de siyasal/politik İslam pratiği şeklinde Cumhuriyet devrinde devam etmiştir. Osmanlı zamanında farklılıklardan söz edilebilmekle beraber bir ülkü birliğinden de söz etmek mümkün iken, Cumhuriyet döneminde daha derin bir ayrışma ortaya çıkmış ve bu fikirler daha ideolojik bir karaktere bürünmüştür. Her birisi siyasi düzlemde de temsil edilmeye başlamıştır.