İki haftadır yurtdışında ve “izinde” idim. O arada benim 28 Eylül tarihli ve “İslamcılar’ın sistem tutkusu” başlıklı yazıma bir dizi eleştiri geldi. Bilhassa da Yeni Şafak gazetesindeki üç ayrı köşede kayda değer yazılar yayınlandı.
Evvela, bana karşı epey tatsız bir üslup kullanan bir yazar olmuştu; o sonradan “özür dilediğini” beyan etti, ben de “eyvallah” diyor, geçiyorum. Tam aksi yönde, yani çok zarif bir üslupla yazan Yasin Aktay hoca ise yazdıklarımın “hem referansları itibariyle hem söylediklerinin içeriği dolayısıyla tartışılmayı fazlasıyla hak ettiğini” ifade etti; ben de kendisine “Allah razı olsun” diyorum.
En detaylı eleştiriler ise muhterem Hayrettin Karaman hocadan geldi. Üst üste yazdığı dört yazı ile benim “İslamcılık” eleştirime mukabele etti. Ama benim de söyleyeceğim bir kaç şey var.
Siyasal ve kültürel
Öncelikle “İslamcılık” kavramından galiba farklı şeyler anlıyoruz. Daha önce bazı yazılarımda ifade ettiğim gibi, benim bu kavrama verdiğim dar bir anlam var: Bir “İslam devleti” kurma gayreti ve ideolojisi. Yok eğer, “içinde yaşadığımız dünyaya İslam referanslı mesajlar verme ve çareler sunma”yı kast ediyorsanız, buna elbette hiçbir itirazım olamaz. Aksine, bunun nasıl yapılması gerektiğini tartışıyorum.
20. yüzyılda bu soruya verilen cevapların kabaca “siyasal İslam” (yahut İslamcılık) ve “kültürel İslam” diye ikiye ayrıldığı ise, bana ait bir tez değil, Nilüfer Göle gibi bu konuya emek vermiş sosyologlarca yapılmış bir tespit. Birinci modelde “devleti kontrol etme ve toplumu devlet eliyle İslamileştirme” fikri var. İkinci modelde ise toplumu sivil yollarla irşad etme, bireylerin iman ve ahlakını güçlendirme hedefi. (Milli Görüş ile Nur geleneği arasındaki fark da kabaca buna oturuyor.)
Hayrettin Karaman hoca, anladığım kadarıyla, “o da olsun, bu da olsun, ne zararı var, niye siyasi sistem hedefine karşı çıkalım” diye özetlenebilecek bir fikri savunuyor.
Zararı bence şu ki, bu devirdeki “İslamî devlet” girişimleri pek hayırlı sonuçlar vermiyor. İnsanları daha dindar kıldıklarına dair hiçbir emare yok. (Hatta bolca riyakarlık ürettiklerine dair emareler var.) Öte yandan hem diğer dinleri hem de İslam içi farklılıkları baskı altına alıyorlar.
Problem, sloganları aşıp detaylara girince gözüküyor. Mesela Hayrettin Karaman hoca, “kurulurken, tarif edilirken Kur’an ve Sünneti temel kaynak olarak kullanmış devlet” diye tanımlıyor “İslamî devlet”i. İyi ama Kur’an ve Sünnet’i kim yorumlayacak? Kıstas, Hanefilik mi, Vehabilik mi, Şiilik mi, “tarihselcilik” mi olacak?
Kaldı ki aynı mezhep içinde bile nice zıt görüş var. Mesela Hayrettin Karaman hocaya göre “recm yok”; Milli Gazete yazarı Ebubekir Sifil hocaya göre kesin var.
Demokratik devlet
Kuşkusuz Müslümanlar belirli “asgari müşterekler” üzerinde uzlaşı sağlayabilirler; bir siyasi sistem de bunun üzerine kurulabilir. Ama aynı sistemin seküler veya gayrımüslim vatandaşları da kapsaması için “asgari müşterek”i genişletmesi gerekir. Bu da “demokratik devlet” demektir.
Demokratik devletin tek alternatifi de otoriter devlettir. Adına “İslamî” demekle, ancak İslam’ı otoriter göstermiş, Bediüzzaman’ın yüz yıl önceki isabetli uyarısıyla, “şeriatı istibdada müsait zannetme” hatasına düşmüş oluruz.
Son olarak, Hayrettin Karaman hocanın sorduğu “şartlar gerçekleştiğinde siyasi sistemin de İslâmîleşmesi neden ütopya oluyor” sorusuna ışık tutan iyi bir cevabı, Yasin Aktay’dan okuduğum şu twitter mesajından aktarayım:
“En mükemmel İslami sistemi kursanız, Peygamberinkinden daha iyisini kuramazsınız. Ama Peygamberin kurduğu sistem en fazla 30 yıl devam etti.”
NOT: Bu yazıdan sonra, hala yurtdışındayken haber aldığım PKK saldırılarını nefretle lanetliyor, şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Allah’ın gazabı ise katillerin üzerine olsun.
Star