İslâm'da 4 kadınla evlenebilme meselesi

Birden fazla evliliği Kur'an tesis etmedi. Ancak daha önce arap yarımadasında sınırsız olan adedi sınırlandırdı. Birden fazlasına izin “ahlaki ve sosyal zaruretler” haline tahsis edilmiştir.

İslam dini Arabistan Yarımadasına yayıldığı sırada, bir kısım cahiliye âdetleri de bütün tesirleriyle hükmünü icra ediyordu. İslamiyet bunlardan bazılarını tamamen kaldırıyor, bazılarını mutedil hale getiriyordu.

Bunlardan birisi de Cahiliye dönemindeki sınırsız kadınla evlenme meselesi idi. İslamiyet gelmeden önce Arap Yarımadasında erkekler, sayı tahdidi olmaksızın, istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. İşte Kur'an-ı Kerim bu cahiliye âdetine bir sınırlama getirdi; azami olarak dörde kadar evlenebileceğini açıkladı.

Cenab-ı Hak,

“... Eğer hanımlarınız arasında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, sadece bir tane ile yetinin...” (Nisa, 4/3)

buyurdu. Buna göre, birden fazla evliliği Kur'an tesis etmedi. Ancak daha önce sınırsız olan adedi sınırlandırdı.

Mesela Giylan ismindeki sahabi Müslüman olduğu zaman on hanımla evli idi. İslamiyeti kabul ettiğinde dörtten fazlasını boşadı. İslamiyet her ne kadar birçok kadınla evlenmeye müsaade etmişse de, bir tek kadınla evlenmeyi esas olarak kabul etmiştir. Birden fazlasına müsaade “ahlaki ve sosyal zaruretler” haline tahsis edilmiştir.

Bu durumda kadınlar arasında adaletin şart olduğu açıklanırken, ruhi temayüllerde eşit davranmanın pek mümkün olmadığına dikkati çekilmiştir:

“Ne kadar isteseniz kadınlar arasında adaletli davramaya güç yetiremezsiniz.” (Nisa, 4/129)

Cenab-ı Hak bir âyette adaleti emrederken, diğer âyette de insanların hanımları arasında adaleti gerçek manada gerçekleştiremeyeceklerini açıklaması, birden fazla kadınla zaruret olmaksızın evlenmemeye işaret içindir.

Tarihin her devrinde milletler arasında ortaya çıkan kanlı savaşların acımasız tesiriyle erkek nüfusu azalıp, kadın nüfusu bir kaç misli artar. Böyle bir durumda bir erkeğin bir kaç kadını koruması bir vazife olur. Türkiye, Birinci Dünya, Almanya da İkinci Dünya Savaşından sonra bunu yaşamıştır.

Almanya'da İkinci Dünya Savaşından sonra kadınların sayısı erkeklerin üç katı kadardı.Alman milleti şiddetli bir sosyal dengesizlik tehlikesiyle yüz yüzeydi. Çünkü kadınların hemen hemen üçte ikisi çaresizlik ve kimsesizlik içinde bulunuyordu.

Böylece Almanya hükümeti bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine imkan tanımak zorunda kalıyordu. Bir Alman Profesör, Alman kadının kurtulması için İslam'ın bu ruhsatını kabul etmekten başka çare olmadığını ısrarla belirtiyordu.

Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı sonundaki durumunda olduğu gibi, şayet bir topluma bir erkeğe karşı üç kadın bulunsa, problemin halledilmesi için üç durum söz konusu olur:

1. Her erkek bir kadınla evlenecek ve her üç kadından ikisi aile hayatını, çocuk sevgisini, annelik şefkatini tadamayacaktır.

2. Her erkek bir kadınla evlenecek ve diğer kadınlarla gayrimeşru münasebetler kuracak; kadın bu durumda yine aile hayatını, annelik şefkatini ve çocuk sevgisini tadamayacaktır.

3. Bir erkek birkaç kadınla evlenecek, meşru daire dahilinde aralarında adalet prensiplerine riayet ederek haysiyet ve şereflerini koruyacak, vicdani rahatsızlıktan kurtaracaktır.

Toplum da cinsiyet ve nesep karmaşasından kurtulmuş olacaktır. Aklıselim sahibi her insan üçüncü şıkkı kabul eder. Çünkü insan fıtratı bunu gerektirir.

İslam'ın dörde kadar kadınla evlenmeyi bir ruhsat olarak göstermesinin insan fıtratına, akla ve hikmete uygun olduğunu açıklayan Bediüzzaman şöyle diyor:

“Dörde kadar taaddüd-ü zevcat, tabiata, akla, hikmete muvafık olmakla beraber, şeriat bir taneden dörde çıkarmamış, belki sekizden dörde indirmiştir. Bahusus taaddütte öyle şerait [şartlar] koymuştur ki, ona müraat etmekle [uymakla] hiçbir mazarrata müeddi olmaz (hiçbir zarara sebep olmaz). Bazı noktada şer olsa da ehven-i şerdir. Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhat! Alemin her halinde hayr-ı mahz olamaz.” (Münazarat, s.69) (bk. Mehmed Paksu Çağın Getirdiği Sorular) 

Bu tür sorular daha çok kadın erkek eşitliğinden bahseden insanlar tarafından sorulmaktadır. Bu tür sorularla sanki kadın ikinci plana atılmış havası verilerek insanların aklına şüphe bırakmaktadırlar. Oysaki soyadı ile kişinin nesli karışmamaktadır. Nitekim kimliklerde kişinin soyadı değişse de anne ve babalarının ismi yazılmaktadır.

Ayrıca nüfus kütüklerinde kişilerin soyu bellidir. Demek ki onların iddia ettiği gibi soy karışmamaktadır. 'Eşitlik güzel midir?' konusunda bir anket yapılsa, sanırım, çoğu kimse garip bir mahluk görmüşçesine irkilecek, “Bunun da sözü mü olur!..” diyecektir.

Ama, meseleye dikkatle yaklaşılırsa ibretle görülür ki, hemen bütün güzelliklerin kaynağında “eşit olmamak” yatar. Bu kâinat yaratılmadan bütün şu varlıklar yoklukta eşittiler. Cenab-ı Hak bu alemi yaratmayı, irade buyurunca bu eşitliğin de ömrü sona erdi. Kâinat sarayı bildiğimiz kadarıyla, yüz yedi elementle, yani yüz yedi tip taşla bina edildi. Böylece çeşitlilik, değişiklik ve aykırılıklar da başlamış oldu. Zaten, saray dendi mi, mutlak eşitlik biter.

Merdivenleriyle kanepeleri, panjurlarıyla kandilleri, eşit olacak değil ya! Sarayı güzel eden de bu başkalıklar değil mi? İşte kâinat böylesine başkalıklarla bezendi ve sonunda bu saraya bambaşka misafirler gönderildi. Yosundan meyve ağaçlarına kadar bitkiler, pireden deveye kadar hayvanlar, kafileler halinde dünyaya geldi ve burayı şenlendirdiler. Ve en sonunda başkaların başkası “halifeler halifesi” ufukta göründü: insan.

Bilindiği gibi, bu âlemde, görebildiğimiz varlıklar üç ana bölüme ayrılıyor; cansızlar, yarı canlılar (bitkiler) ve canlılar. Mutlak eşitliği bu sınıflandırmaya uyarak biraz tahlil edelim. İşe cansızlardan başlayalım. Cansızların eşit olabilmeleri için ya güneş taşlaşacak, ya taş alev saçacak; ya bütün hava su olacak veya bütün denizler havaya uçacaktı.

Mesela, güneş sisteminde eşitlik olsaydı, bu durumda herhalde dünya güneşin gezegeni olmayacak, ay da dünyanın eteğini bırakacaktı; her gezegen güneş kadar büyüyecek, hepsi alev kesileceklerdi. Kısacası, bütün kâinat iğne ucu kadar boşluk kalmaksızın ya tamamen ateş, ya hep su, veya hep toprak olacaktı.

Diğer yandan, eşitlik için hiç olmazsa “iki taraf” bulunması gerekmez mi? Halbuki her şey eşit olunca, her şey bir şeye iner. Bitkilerin eşitliğine gelince, laleden elma ağacına, ısırgan otundan çama kadar bütün bitkilerin eşit olması hâlinde, milyonu aşkın çeşitteki güzellikler bire inecek, ortada (adını dahi koyamayacağımız) bir tek bitki çeşidi kalacaktı.

Gelelim hayvanlar alemine; Cenab-ı Hak bütün hayvanları bir tek nev olarak yaratabilirdi. Ama, o zaman bülbül ötüşünden serçe cıvıltısına, aslan kükreyişinden kedi miyavlamasına, kurbağa viyaklamasından sinek vızıltısına, öküz böğürtüsünden kuzu melemesine kadar bütün sesler bire iner, bu harika ahengin yerini monoton bir uğultu alırdı. Diğer yandan, böyle bir eşitlik için ya balığın kavağa çıkması, ya bülbülün denize girmesi lazım. 

Sözü bu noktada kesip kendimize, insan nevine dönelim. İnsandaki iki faktör yani beden ve ruha bakalım. Ruhla beden eşit olsaydı, ortada ne ruh kalırdı, ne beden. İnsan, ancak ruhunun müstakim bir sultan, her bir organının da itaatkar bir nefer olmasıyla güzelleşir. Sultan neferle eşit olursa ortada devlet kalmaz. “Ruh”, mahiyetini ancak Yaratan'ın bilebileceği harika bir âlem.

Bu âlemde çok değişik ülkeler var. Ruhun güzelliği de akıl, kalp, hafıza, hayal gibi ana unsurların; sevgi, korku, merak, endişe gibi çeşitli hislerin bütününden ortaya çıkıyor. Bunları eşitlerseniz güzellikten eser mi kalır? Hayale eşit bir akıl, sevgiye denk bir korku ve daha nice manasız, neticesiz eşitlikler. Ruhta uzaktan uzağa görebildiğimiz bu gerçeği, bedende çok daha rahat ve çok daha yakından seyredebiliriz.

- Göz kapağımızla diz kapağımız aynı özellikte mi?
- Göğüs çatımızla kafatasımız, içlerinde aynı şeyleri mi saklıyorlar?
- Beyin hücresiyle tırnak hücresi aynı vazifeyi mi görüyorlar?
- Akciğerle karaciğeri nasıl bir tutabiliriz? 
O zaman, alyuvarlarla akyuvarları da eşitlememiz, gözümüzün akıyla karasını da birbirine katmamız gerekmez mi?..

Organlar arasında eşitlik sağlamaya kalkarsak, ortada hiçbir şey kalmaz; kalsa bile dövülmüş et gibi bir şey kalır ki, ona da neyin organı diyeceğiz?

Cenab-ı Hak, insan bedenini de tek hücrelilerde olduğu gibi çok sade bir makine olarak yaratabilirdi. Ama o zaman, bu küçük bedende yerleştirilen her biri ayrı şekil ve güzellikte, ayrı renk ve özellikteki yüzlerce çarkın, binlerce kayışın, yüz binlerce vidanın birlikte ve gayet düzenli çalışmalarından ortaya çıkan harika güzellik kaybolmaz mıydı?

Cansızlar, bitkiler ve hayvanlar âlemini ve nihayet kendi duygularımızı ve organlarımızı seyrederken, onlardaki farklılıkların ne kadar hikmetli, ne kadar yerinde olduğunu hayret ve ibretle görürüz. İnsanlık âlemini de aynı ibretli nazarla seyretsek görürüz ki, bütün insanların, bütün yönleriyle eşit olmaları halinde artık cemiyet hayatından söz edilemez.

Bu faraziye ile, ne peygamber ne ümmet, ne kumandan ne nefer, ne baba ne evlat, ne işveren ne işçi, ne öğretmen ne talebe kalır. Bilmem böyle bir cemiyet hayatı düşünülebilir mi? Yalnız şu var ki, insanlar arasındaki farklılıklardan doğan güzellikler, daha çok ahiret hayatına bakıyor ve bu âlemde yeterince anlaşılamıyor.

Biz, mahşeri, cennet ve cehennemi, bu dünyada arar ve ilahi adaleti tam manasıyla burada anlamaya kalkışırsak, sadece kendimizi aldatmış yahut şeytana aldanmış oluruz. Evet, cennet'in o eşsiz güzelliği ve cehennemin o tüyler ürperten güzelliği yine farklılıklara dayanıyor.

Şöyle bir düşünelim: cennet'te hadsiz mertebeler... Hepsi insanlar için... İman, ibâdet, salahat, takva, tevekkül, rıza, şefkat, merhamet, ilim, irfan, güzel ahlak gibi birbirinden farklı nice güzelliklerin sahipleri, bunlardaki farklı mertebelerine göre ayrı ayrı lütuflara mazhar kılınmışlar, muhtelif derecede zevk ve safa ile meşguller. Bu seyrine doyum olmaz bir tablodur.

Cehenneme gelince, onda da küfür, şirk, isyan, zulüm, ahlaksızlık, kadere itiraz, kibir, riya gibi oraya layık nice kötü sıfatların sahipleri, ayrı ayrı azap tabakalarında cezalarını çekmekle meşguller... Bu tablo da güzellikte birinciden geri değil... Eşitlik bu güzelliği bozar...

Şu noktayı da ayrıca belirteyim: çoğu zaman, eşitlik mefhumunun, adaletle karıştırıldığını görüyoruz. İnsana iki, koyuna ise dört ayak verilmesinde bir eşitsizlik vardır, ama adaletsizlik yoktur. İnsana böylesi, koyuna da öylesi yaraşır...

Çoğu insan, eşitlikle adaleti bir sayıyor. Halbuki, mutlak eşitlik yâni her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıt. İnsanların sanatlarına bir göz atalım: Bir şair, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, o manzumenin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısrayı da kasidenin tümünü gözeterek kaleme alır.

Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu... İlk mısra başa düşer, son mısra dipte kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler. Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, kazanlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar her şeyini hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik bu nizamı harap eder...

Bir ressam da öyle değil mi? O, çizdiği her bir tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar...

Cenâb-ı Hakk’ın şu âlemdeki icraatı da “eşitlik” üzerine değil, “adalet” esasına göre cereyan ediyor.

- İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı her şeyden önce, anne, baba ve evlât mefhumlarından söz edilebilir miydi?..

- Ve yine böyle bir eşitlikte amiri ve memuruyla, çiftçisi ve tüccarıyla, öğretmeni ve öğrencisiyle, işçisi ve işvereniyle bir bütün teşkil eden cemiyet hayatı ortaya çıkabilir miydi?..

Diğer varlıklara da bir göz atalım: mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök!. Şimşek çakıyorsa, bulutların yüklerinin aynı olmadığındandır. Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik?..

Serçe ile kedinin eşit olmadıkları mâlûm. Ama, her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta... “Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, “serçelik” mahiyeti de neyi icap ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş. İşte adalet budur. “niçin o serçe oldu, bu kedi” diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur.

Sorulursa, “Allah böylece irade buyurmuştur” diye cevap verilecektir. Aksini irade buyursaydı o soru yine sorulacaktı. Kaldı ki, ne o serçe, ne de o kedi, başka bir âlemde imtihana tabi tutulmuş değiller. Tâ ki, başarılarına karşılık, kendilerine verilen “hayat makamını” az bulsunlar. Onlar daha düne kadar, tabiri caiz ise, yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekteydiler.

Hiçbir hakları yokken Cenâb-ı Hak onlara, sırf bir lütuf olarak, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu şuuren biliyormuşçasına, hallerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını... Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor...

İşte bütün bunlar ilâhî adaletin harika tecellileri... Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuurla değerlendirmeliyiz... Hikmeti, ancak âhirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız. İşin garibi, Allah’ın en büyük lütfuna mazhar olan insanoğlundan başka ilâhî adalete itiraz eden çıkmıyor. Münkirlerin hayvandan daha aşağı olmalarının bir sırrı da bu isyan olsa gerek. 

"Kadın ve erkek eşit midir? Kadın erkek eşitliği söz konusu mudur?" şeklindeki bir soruya hemen “evet” veya “hayır” demek çok zor. Çünkü, soru bu haliyle yeterince açık değil. Onu bir başka soru ile açmak gerekiyor. “Nerede? Hangi konuda? Ne yönden?”gibi.

Eğer, “hukuki açıdan” soruluyorsa, cevap olarak “evet” diyebiliriz. Eğer, “her hususta” denilirse, o zaman, bu soruya cevap vermeye gerek kalmayacaktır. Zira, cevabı sorunun içindedir. Madem ki, iki ayrı cinsten söz ediliyor. Öyleyse mutlak eşitlik nasıl düşünülebilir? Aynı cins, renk, şekil ve dolgunlukta iki elmayı yan yana koyup “Bunlar birbirine eşit mi?” diye sorabiliriz. Ama, aynı mantık içerisinde “kadın - erkeğe eşit midir?” diyemeyiz. Kadınla erkeğin eşit oldukları sahalar bulunduğu gibi, erkeğin kadını çok gerilerde bıraktığı, yahut onun çok gerisinde kaldığı sahalar da mevcut.

Onun için, meseleyi sadece bir tek kelimeyle çözümlemek mümkün değil. Şayet,“Kadınla erkek arasında insanlık itibariyle, yani, iyi insan, üstün insan olma noktasında bir fark var mıdır?” diye sorulursa o zaman şunu hemen belirtmek isteriz: Hakimiyet başka, üstünlük ve fazilet daha başkadır. Bu ikincisinde hemen çalakalem şu yahut bu üstündür, demek çok zordur.

Çünkü, ister kadın ister erkek olsun, her insan Allah'ın kuludur. O, hangi kulunu üstün tutuyor, daha çok seviyorsa ve hangi kulundan razı ise üstünlük ancak onundur. İlahi ferman olan Kur' an’a baktığımızda, üstünlük ölçüsü olarak, karşımıza “cinsiyet”in değil “takva”nın çıktığını görüyoruz. Evet, Allah indinde üstünlüğün ölçüsü takvadır. Nedir takva?

En kısa ifadesiyle Allah'tan korkmak, günahlardan sakınmak, o'nun razı olmadığı hareket, tavır, hâl ve sözlerden uzak durmak. O'nun rızasına ermeyi en büyük maksat bilip, bunu kaybetmekten son derece korkmak. İşte, kim böyle yaparsa üstün insan, faziletli insan odur. Bu noktada cinsiyete itibar edilmemiştir. Takva dendi mi hemen salih ameli de hatırlıyoruz. Salih amel, yani, hayırlı, güzel işler görmek... Onda da cinsiyete itibar edilmiyor.

Mesela, okunan her Kur'an harfine karşılık on sevap verilmişse, bu bütün insanlar için böyledir. Kadına daha az, erkeğe daha çok sevap söz konusu değil. Soruyu bir de psikolojik yönden ele alabilir ve şöyle sorabiliriz: Kadınla erkek arasında psikolojik yönden farklılık var mıdır? Bu soruya hiç tereddüt etmeden “elbette” diye cevap verebiliriz. Kadınla erkek arasındaki psikolojik farklılık kendini çocukluk çağından itibaren göstermeye başlar.

Erkek ve kız çocukların oyuncakları farklıdır. Bir kız çocuğu en çok oyuncak bebekleri sever. Henüz evlilik nedir bilmediği o yaşlarda, bebeklerini bağrına basar, öper, elbiselerini değiştirir, beşikte sallar ve uyutur. Günün büyük bir kısmını onlarla geçirir. Erkek çocuk ise, taksi, uçak, tabanca gibi oyuncaklara daha fazla rağbet gösterir. Bu çocuklar büyüdüklerinde bu defa, sohbetleri değişir.

Erkeklerin toplantılarında daha çok, iş hayatı yahut politika konuşulurken, kadınlarda ön sırayı ev eşyaları ve örgüler alır. Kabiliyet yönünden de iki cins arasında bariz bir fark var. Erkek, terkip ve tahlilde, kadın ise taklit ve ezberde daha ileri. Bir misal ile anlatmak gerekirse; erkek bir mimari eseri ortaya koymakta, onun bütün bölümlerini güzelce yerleştirmekte, kadından daha ileri... Kadın ise, o eserin herhangi bir bölmesini ince nakışlarla süslemekte erkekten çok daha hassas.

Erkek dış aleme daha açık. Şefkatte kadından geri, ama teşebbüs kabiliyetinde ileri. Kadın ise erkeğe nispeten daha içe dönük... Bunun en büyük faydası, yavrusuna ve yuvasına göstereceği ihtimam... Bu iki cinsin zaafiyetleri de farklılık gösteriyor: erkekte, tahakküm ve baskı hastalığı mevcut. Kadında ise, gösteriş ve desinler belası...

Kadının en bariz bir özelliği de hassasiyeti... Buna “teessürilik” deniliyor. Kadın, çevre tesirlerinden etkilenmekte erkekten daha hassas... Dolayısıyla, telkine kapılmaya, aldatılmaya ondan daha müsait. Yaldızlı sözlere kanmakta daha zavallı. Kadında sezgi gücü, erkekten çok kuvvetli...değişikliğe ondan daha çok ihtiyaç duymakta...

Yenilik ve heyecana daha açık. Vücut büyüklüğü itibariyle ve güç-kuvvet yönünden, kadın erkekten genellikle daha geri. Bunun neticesi olarak, sığınma ihtiyacı kadında kendini daha fazla hissettiriyor... Ama bazılarında bu ihtiyaç, aşağılık kompleksine dönüşüyor; bu da erkeklik kompleksi olarak kendini gösteriyor. Kadın, hayat arkadaşına -ona nispetle- daha çok bağlı. Ondan daha vefalı. Dünya sevgisinde ve şehvette erkekten çok ileri. Dolayısıyla, şeytana alet olmaya daha müsait. Kadını bu psikolojisi içinde değerlendirmeli, onun erkekleşmesine değil, ideal bir kadın olmasına çalışmalıyız. 

Etrafımıza şöyle bir göz atalım. Bütün canlılarda bedenler ve ruhlar arasında mükemmel bir uygunluk var. Ceylan ruhunu, aslan bedenine sokmak ve onu aslanca davranmaya zorlamak, en başta o sevimli ruha zarar verir. Her kükreyişte ruhundaki letafetten birazını kaybeder; her hamlede kendi öz güzelliğinden bir parçayı harap eder. Bunun bir başka türlüsü, erkekle kadın arasında geçerli...

Bu iki cinsin bedenlerindeki farklılık ruh yapılarında da görülüyor. Bunu bilmezlikten gelip, kadın-erkek eşitliği diyerek kadını erkekçe davranışlara itmek en başta kadına zarar verir. Aslında, bu vadide gösterilen kasıtlı ve yoğun faaliyetler, bir bakıma hiçbir şeyi değiştirememiştir. “Hüküm çoğunluğa göre verilir.” kaidesinden hareketle şöyle diyebiliriz: kadınlar yine fabrikatör olmaktan çok işçi, hâkim olmaktan çok kâtip, amir olmaktan çok sekreter, pilot olmaktan çok hostes, patron olmaktan çok tezgâhtardırlar.

Zira, yaratılışı değiştirmek mümkün değildir. Maalesef, kadına lâyık olduğu yeri bir türlü veremedik. Ya zaifliğini bir suçmuş gibi değerlendirdik; onun rızkı bize bağlıymışçasına, kendisine aşırı derecede hükmetmeye kalktık, ona haksız muamelelerde bulunduk. Yahut, kendisine çok fazla fırsat verdik, onu erkekliğe heveslendirdik ve mahvettik.

 

(Sorularla İslamiyet)

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

İslam Haberleri