Ülkemizin önde gelen âlimlerinden Muhammed Salih Ekinci Hocaefendi ile Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin tecdidi, getirdiği yeni kelam anlayışı ve üstün şahsiyeti hakkında bir mülakat gerçekleştirdik. Aslında genel olarak tecdid tarihi üzerinde de durmuş olduk. Bazı garazkâr ve cahil veya art niyetlilerin zaman zaman ortaya vesvese saldıkları bazı meselelere de Seyda Salih Ekinci ilmi cevaplar verdi.
Art niyetlileri ne yapsanız fikrinden caydıramazsınız. Ahmaka ise en güzel cevap sükûttur. Ama bazı nadanların sözlerinden bunalmış iyi niyetlilere bir cevap olsun istedik.
Salih Okur/cevaplar.org
DALALET VE HİDAYET, İMAN VE KÜFÜR BERABER HALK EDİLDİ
- Bediüzzaman’da beş tane üstün sıfat kâmil manada cem olmuştur ki, bu sıfatlardan yalnız birisi bir zatta bu seviyede bulunduğu zaman, o insan, asrında parmakla gösterilen şahsiyetlerden olur; Üstün zekâ, kuvvetli hafıza, kâmil zühd, nadir görülen bir şecaat, üstün ilmi seviye” diyorsunuz. Okuyucularımız için bu sözünüzü biraz açabilir misiniz?
-Bu sorunun cevabı uzun mukaddimeler ister. Biz bu mukaddimeleri sıraladıktan sonra inşallah sorunuza gireceğiz.
Bilindiği gibi Cenab-ı Hak dünyayı bir imtihan yeri yapmıştır. Kur’an-ı Kerim’de:
﴿الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ ﴾
“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk, 67/2) buyruluyor. Hakeza bir başka ayet-i kerimede:
﴿إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلاً﴾
“Biz yeryüzündeki şeyleri kendisine süs olsun diye yarattık ki, insanların hangisinin daha güzel amel edeceğini deneyelim” (Kehf, 88/7) buyrulmaktadır.
Allahu Teâlâ dünyayı imtihan yeri olarak yaptığından dolayı, hayır ve şerri birbirine karıştırmıştır. Dalalet ve hidayeti, iman ve küfrü beraber halk etmiştir. İnsanda hayra davet eden ve şerre çağıran kuvvetleri yaratmıştır.
CENAB-I HAK, İNSANA NİYE KÂMİL BİR AKIL VERMEDİ?
Aynı zamanda Cenab-ı Hak, insanda bu kuvveleri birbirinden tefrik edebilecek akıl kuvvetini yaratmıştır. Ama akıl tek başına hayır ve şerri, iyilik ve kötülüğü tamamen ayırt edecek şekilde yaratılmamıştır. Belki aciz ve kâsır (kusurlu) bir şekilde halk edilmemiştir.
Bunun sebebi, insanın haddini bilmesi, kulluğunu idraki, kendisinin acizliği içinde Rabbine, Halıkına, Razıkına muhtaç olduğunu kavramasıdır. Cenab-ı Hak, insana kâmil bir akıl verseydi, insan –hâşâ- kendisini ilah olarak görecekti ki, birçok insan aklı kâsır olduğu halde bile ulûhiyetini veya Allah’a muhtaç olmadığını düşünebilmektedir.
Gerçi teklifin temeli aklın insanlara bahşedilmesiyle olmuştur. Allahu Teâlâ’nın nimetleri içinde insana akıldan daha büyük bir nimet verilmemiştir. Tüm faziletlerin temeli ve esası akıldır. Ve bir de teklifin menatı, yani bağlandığı yer de akıldır. Ama akıl kusurlu yaratıldığı için tek başına hüccet (insanın mükellef olması için sebep) kabul edilmemiştir, kâmil bir hüccet değildir. Hüccetin temelidir. Ama hüccet ne ile tamamlanıyor? Peygamberlerin gönderilmesiyle ve tebliğin ulaşmasıyla tamamlanıyor. Cenab-ı Hak;
﴿رُّسُلاً مُّبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزاً حَكِيماً﴾
“Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 4/165) ayeti ile bu hususa işaret etmektedir.
AKLIN KÂSIR OLDUĞUNUN DELİLİ ŞUDUR
Peygamber gönderildikten ve davetleri ulaştıktan sonra kimsenin elinde bir bahane kalmıyor. Cenab-ı Hak aklı verdikten sonra, teklifin menatını ortaya koyduktan sonra, Peygamberlerin gönderilmesiyle, şeriatların inmesiyle hücceti ikmal etmiş, teklifi tamamlamıştır ki;
﴿ قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ ﴾
“De ki: “Hüccetül’ Baliğa (üstün, tam, doğrulayıcı, zıddı olmayan delil) Allah’ındır. Eğer dileseydi elbette sizin hepinizi hidayete erdirirdi” (En’am: 6/149) buyrulmuştur.
Aklın kâsır olduğunun delili şudur; Mesele felsefe ve felsefecileri ele alalım. Felsefe nedir? Sadece akıl kanalıyla hakikatleri idrak etme çabasıdır. Felsefeyle uğraşanlar bilir ki, felsefeciler bir mesele hakkında konuştukları zaman, bahusus metafizik ve gaybi bir mesele hakkında konuştukları zaman o kadar ihtilafa düşerler ki. Hatta bazen öyle bir meselede kaç kişi söz söylemişse o kadar farklı görüş ortaya çıkmıştır. Bu da aklın ne kadar kâsır ve felsefenin ne derece kısır olduğunun bir göstergesidir.
Amma, bütün peygamberler zaman, mekân ve dil farklılıklarına rağmen aynı hakikati haykırmışlar, itikadi konularda bir meselede dahi ayrışmamışlardır.
Bundan dolayı Cenab-ı Hakk, kendi hüccetini tüm insanlar üzerinde ikame etmek için insaniyeti hiçbir zaman Peygamberlerden mahrum etmemiştir. Onun için de ilk insanı ilk Peygamber yapmış ve sonra da peyderpey Peygamberler göndermiştir;
﴿ ثُمَّ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَا﴾
"Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik.” (Muminun: 23/44)
KUR’AN’I MUHAFAZA ETMEKTEN MAKSAT İSLAM DİNİNİN MUHAFAZA EDİLMESİDİR
Peygamberimiz (aleyhisalatu vesselam) da bir hadislerinde;
كَانَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمْ الْأَنْبِيَاءُ كُلَّمَا هَلَكَ نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ “İsrailoğullarını peygamberler idare ederdi. Bir peygamber vefat edince yerine bir başka peygamber gönderilirdi” (Buhari;3455) buyurarak, bu hususa dikkat çekmiştir.
Hakeza diğer tüm milletlere de Peygamberler gönderilmiştir;
﴿إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيراً وَنَذِيراً وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ﴾
(Hiç bir ümmet de yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı geçmiş olmasın.) (Fatır,35/24)
Amma ümmet-i Muhammed’e (aleyhisalatu vesselam) gelince, Cenab-ı Hak Resulullah (aleyhisalatu vesselam) ile nübüvveti hatm etmiştir. Böylece İslamiyeti tüm insaniyet için, tüm asırlar ve tüm milletler için gönderdiğini ve onu bizzat kendisi muhafaza edeceğini de bildirmiştir;
﴿إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ﴾
“(Kur'an'ı elbette biz indirdik ve onu elbette yine biz koruyacağız." (Hicr; 15/9)
Kur’an’ı muhafaza etmekten maksat İslam dininin muhafaza edilmesidir. İslam’ın korunmasının tekeffül edilmesidir.
İSLAM’DA TECDİD DİNİ ASLİYETİNE DÖNDÜRMEKTEN İBARETTİR
Bu mevzuda bazı hadisler de vardır. Mesela;
﴿إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا﴾
“Her yüz senede bir, bu dini tecdid edecek bir insanı Allah gönderir." (Ebu Davud, Melâhim, 3740)
(لا تزال طائفة من أمتي قائمة على الحق لا يضرهم من خالفهم حتى تقوم الساعة) (Ümmetimden bir taife devamlı hak üzerinde buluna gelecektir. Ta ki onların üzerine Allah’ın emri olan kıyamet gelinceye kadar) ( Müslim, imâre, 47, (3548); Müsned, Ahmed b. Hanbel, 16324.)
(يحمل هذا الدين من كل خلف عدوله ينفون عنه تحريف الغالين، وانتحال المبطلين، وتأويل الجاهلين)
“Her karn’dan (nesilden) adil insanlar bu dini taşıyacaklar.” Bir de ne yapacaklar? “aşırı insanların tahriflerinden, cahil insanların yorumlarından ve garazkârların ilavelerinden dini temizleyecekler.” (Beyhâkî, 10/209, (66643); İbn Asâkir, 7/38.)
Bu son hadis, diğer hadislerde işaret edilen tecdidin mahiyetini açıklamaktadır. Yani İslam’da tecdid yeni bir şeyler getirmek değil, dini asliyetine döndürmekten ibarettir.
Dikkat edin, müceddidler diyoruz, sadece bir müceddid demiyoruz. Çünkü hadiste “men yüceddidu” ibaresi geçiyor. Men kelimesi Arap dilinde bir kişi için de olur, birden fazla kişi için de olur. Bazı âlimler men kelimesini ifrad üzerine haml etmişler. Yani “her bir zamanın sadece bir müceddidi vardır” demişler. Ama birçok muhakkik âlimler ise, bu görüşü kabul etmemişler ve bir zamanda birden fazla müceddid bulunabileceğini söylemişlerdir.
Bizim de kanaatimiz odur ki, her asrın müceddidi bir kişi değildir. Belki her asrın çok mücedditleri vardır. Her asırda, her ülkede birçok kimseler kalkıyor, o ülkenin, o muhitin dini ihtiyacı neyse, o ihtiyacı görüyorlar, o tecdidi yapıyorlar.
Tecdid, İslam’a yeni bir şeyler getirmek değildir. Belki İslam’ı asaletine döndürmek demektir. Mesela, zamanın geçmesiyle birçok insan İslam’a bir şeyler katıyor. Bazıları kötü niyetle, çoğu ise iyi niyetle bu ilaveleri yapıyor. Birçok bidat ve hurafe de, ilmi seviyesi yüksek olmayan tarikat meşayıhından ve hocalardan dine giriyor. İyi niyetle, “bunu yapmakta bir hayır vardır, bir hayra vesile oluyor” diye yeni bir şey yapıyorlar. Çoğu bunu başta sadece bir vesile ve bir kural olarak yapıyorlar. Ama sonradan gelenler onu dinin bir kuralı olarak algılıyorlar, öyle zannediyorlar. Böylece birçok bidatler, katkılar ve hurafeler dine girmiş, giriyor ve girecek.
İşte müceddidlerin önemli görevlerinden birisi veya en önemli bir görevi, bu girenlerden, bu bidatlerden dini temizlemektir ki, hadiste:
ينفون عنه تحريف الغالين، وانتحال المبطلين، وتأويل الجاهلين) (“aşırıların tahriflerinden, cahillerin yorumlarından ve garazkârların ilavelerinden temizlerler” (Beyhâkî, 10/209, (66643); İbn Asâkir, 7/38.) ifadesiyle buna işaret edilmektedir.
Madem Cenab-ı Hak İslam’ı her zaman için, her mekân için, her millet için göndermiş ve Peygamberlik müessesesini sonlandırmış ve İslamiyet’i muhafaza etmeyi tekeffül etmiş. O zaman gerekiyor ki, bu İslam’ı her zaman ve mekânda sağlam olarak insanlara anlatacak bazı zatları göndersin. Yani, Cenab-ı Hak Peygamberlerin görevini İslam âlimlerinin omuzlarına bırakmıştır. Bu manada zaif bir hadis rivayeti vardır;
( علماء أمتي كأنبياء بني إسرائيل ) “Ümmetimin âlimleri ben-i İsrail’in nebileri gibidir.” (Keşfu’l Hafa;2/82). Neden böyle? Zira onların görevlerini bu ümmette İslam âlimleri yapıyor.
Bu husus mucizevî bir hadis-i şerifte şöyle belirtilir:
( لا يزال الله يغرس في هذا الدين غرسا يستعملهم في طاعته ) “Cenab-ı Hak, bu dinde devamlı fidanlar dikecektir ve İslam yolunda onları kullanacaktır”) İbnu Mace; 8)
Devam edecek