İslam denilince akla ilk gelen Kur’an ve Peygamberimizin (asm) hayatıdır. Allah'ın emir ve yasaklarını içeren bir kitap ve o kitabı hayata dönüştürüp, uygulayacak bir peygamber göndermiştir. Öyleyse iyi bir Müslüman olmanın yolu Kur’an ve Hz. Peygambere (a.s.m.) uymaktan geçer. Özellikle yaşayan bir Kur’an olan Peygamberimizin örnek alınması Allah'ın en çok sevdiği bir durumdur. Nitekim Kur’an-ı Kerim de Allah Teala buyuruyor:
“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmrân, 3/188).
Peygamber Efendimiz de Ebu Davud'ta geçen bir hadiste, “Dikkat edin, yakında bazı insanlar, bize Kur’an yeter diyeceklerdir. Halbuki bana Kur’an'ın bir misli veya iki misli verilmiştir” buyurarak, Peygamberimiz olmadan Kur’an tam anlaşılmayacağını belirtmiştir.
İslam âlimlerinin Kur’an ve hadisten çıkardıkları hükümlere gelince bu konuda açık ve net olarak şu âyeti görüyoruz:
“…Eğer onlar (ihtilafa düştükleri konularda) peygambere ve aralarında dini yönden görüşlerine itimad edilen kimselere sormuş olsaydılar, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.” (Nisa, 4/83)
Dikkat edilirse ayette Hz. Peygamberden (asm) sonra, görüş sahibi ve sahasında uzman kimselere de problemlerimizi iletmemiz isteniyor. İşte dört mezhebin olması bu âyetin bir açıklamasıdır.
Özetle söylemek gerekirse, İslam’ı iyi öğrenmek ve yaşamanın yolu, Kur’an, sünnet ve İslam âlimlerinin bu iki kaynaktan istifade ederek çıkardıkları hükümlere uymaktır.
Başka dinleri ve İslam’a zıt fikirleri araştırmaya gelince: Önce dinimizi sağlam ve doğru bir şekilde öğrenmemiz gerekir. Bir binanın temelleri ve duvarları sağlamlaştırmadan mahallenin çöplüğündeki güzellikleri araştırmak ne kadar mantıklı olur?
Yanlış anlaşılmasın, oralarda iyi şeyler yok demek istemiyoruz, ama zehirli bir odadan geçmek istiyorsak, sağlam bir maskeye ihtiyacımız var. Yoksa biz de zehirleniriz. Eğer dinen zararlı ve zehirli bazı şeyleri araştıracak isek, sağlam ve her türlü gazı engelleyecek bir maskeye, yani iyi ve doğru bir dini inanca sahip olmalıyız ki o fikirler bize zarar vermesin.
Evet, Hakk'ı bulmanın, hakikate ermenin tek yolu, Kur'an'a iman ve onun gereği ile amel etmektir. Çünkü, Kur'an, insanlığı mutlak hayır ve hakikate sevk etmek için, bizzat Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş mukaddes bir kitaptır. İnsanın dünyevî ve uhrevî saadetini gösterecek ve olgunlaştıracak olan O'dur. O, insanı iman ve tevhide; ubudiyet ve kulluğa, kardeşlik ve sevgiye davet eder. İman ve salih amele ait ölçülerin en güzelini O vazetmiştir. İslâmîyet ancak ve ancak O'nun ölçüleriyle yapılanmıştır. O'nun sarsılmaz ve muhteşem kurallarının dışında hiçbir hakikat yoktur ve aranılmaz. O'nun güzel görüp tasdik ettiği her şey hakikat; çirkin bulup reddettiği her şey ise uydurmadır. O'nun tesis ettiği İslâmîyet köhne hurafeleri, batıl inanışları, rezalet ve fuhşiyatı şiddetle reddeder. Şu halde, bütün Müslümanlar, itikada, ibadete, ahlâka, helâle, harama, zikre, fikre, muhabbete ait kutsî hakikatleri, O'nun terazisiyle tartacaklardır.
Kur'an âyetleri her insanı ikna edecek bir kuvvettedir. Sıradan halk, O'nun beyanının sadeliğine meftûn, bilim adamları da fesahat ve belagatına hayrandır.
“...Kalpler O'nun zikriyle tatmin olur.” (Ra'd, 13/28) ve her seviyedeki fikir erbabı, inanma ihtiyacını O'nunla karşılarlar, O'na uymakla kemâle ererler.
Kur'an, insanları tefekküre teşvik etmiş ve bunun ölçülerini aklın eline vermiştir. İnsanlar ancak O'nun ders verdiği ölçülerle kâinat Kitabı'nı okuyabilmişler ve O'ndaki gizli hakikatlerini keşfedip Hâliklarını, Mabûtlarını bulabilmişlerdir. O, hayatın karanlık ve fırtınalı yollarını aydınlatmak için aklın eline verilen bir ilâhi meşaledir. Güneş, madde âlemini aydınlattığı gibi, Kur'an da maneviyat âlemini aydınlatmak için nazil olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Gerçekten bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür...” (İsrâ, 17/9)
Bir fende terakki etmek için, o fennin kanunlarına uymak bir zaruret olduğu gibi, hak ve hakikati bulmak için de, Kur'ân ve Sünnet'in düsturlarını rehber kabul etmek son derece gereklidir.
Evet, insan Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ancak Kur'an'ın ve Sünnet'in irşadıyla bilebilir. Nereden gelip, nereye gittiğini, dünyadaki görevinin ne olduğunu, gideceği ahiret âleminin mahiyetini, hakikatini ve o âlemde nelerin makbul, nelerin merdut olduğunu, ancak bu iki vesile ile anlayabilir. Hangi fiil ve hareketlerin, hangi hâl ve tavırların Cenâb-ı Hakk'ın rızasını, hangilerinin de gazabını celp edeceğini; neyin hak, neyin batıl ve neyin hata, neyin doğru olduğunu yine Allah'ın Kitabı ve O'nun sevgili Peygamberinden (asm) öğrenecektir. Her Müslüman, kendi inanç ve ibadet dünyasını, bu iki hakikatin rehberliğinde gerçekleştirmekle sorumludur.
Nelere, nasıl inanmakla iman dairesine gireceğini ve hangi amelleri işleyip nelerden çekinerek İslâm dairesinde kalacağını yine bu iki esastan, yâni Kur’an ve Sünnet'ten öğrenecektir.
Madem ki, bütün Müslümanların ölçüsü Kur'an ve Sünnet'tir, o halde bir Müslüman beşerî her fikri, her iddiayı, her inancı, her itikadı Kur'an'a ve O'nun birinci derecede tefsiri olan hadîs-i şeriflere göre değerlendirecek ve muvazene edecektir.
Kur'ân-ı Azimüşşân, imanın birinci rüknü olan “Allah'a iman”ı bizlere ders verdiği gibi, “melâikelere, semavî kitaplara, peygamberlere, ahirete, kadere (hayır ve şerri O'nun yarattığına) iman” etmeyi de ders verir. Bir insan, ancak iman hakikatlerine Kur'an'ın bildirdiği gibi iman etmekle mümin olur.
Hem Kur'ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarından ibaret olan İslâmîyet’i müminlere talim etmiştir. Bir mümin, bu emir ve yasaklara harfiyen uymakla kâmil bir Müslüman olur.