Risâlei Nur'un islâmi kaynaklar açısından referans olma değerini tespit edebilmek için öncelikle islâmî kaynaklara göre âlim olmanın veya telif edilen eserin kabul ve ret ölçülerini ortaya koymak gerekir. Bundan sonra Risâle-i Nur ve müellifinin bu ölçüler karşısındaki durumu ve sahadaki performansını tespit ettikten sonra referans değeri de ortaya çıkarılabilir.
Onun için öncelikle 1. İslâm kaynaklarında ilim ve âlimin önem ve yeri, 2. İslâm kaynaklarına göre kabul veya reddedilen âlimlik ölçüsünü tespit ettikten sonra, Risâle-i Nur ve müellifinin referans olma değerini ortaya çıkarmaya çalışacağız.
İslâm tarihinde âlim ve ulema sınıfının önemli bir yere sahip olduğunu âyet ve hadîslerden rahatlıkla anlayabiliyoruz.
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ 'Bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?'[1] âyeti ve إن مثل العلماء في الأرض كمثل النجوم، يهتدى بها في ظلمات البر والبحر، فإذا انطمست النجوم أوشك أن تضل الهداة 'Âlim insanların yeryüzündeki durumu, semâdaki yıldızlar gibidirler. Kara ve denizin karanlıklı zülumatında insanların doğru yolu bulmalarına yardımcı olurlar. Bir yıldız kaybolduğu zaman, doğru yolu bulanların yoldan çıkmaları yakınlaşır.'[2] hadîs'i, İslâm dünyasına önemli bir ışık kaynağı olmasındandır ki Batı dünyası ortaçağı yaşadığı zaman diliminde, İslâm dünyası 13. yüzyıl'a kadar bilim, teknoloji ve medeniyet açısından ileri bir dönemi yaşamışlardır. İlmin, hümanizmanın, medeniyetin Avrupa kapılarından içeriye girme sürecini başlatıp skolastik mantığın sarsılmasını sağlayanların, İslâm dünyasının allameleri olduklarını unutmamak gerekir.
Selef-i salihîn döneminde âlim ve ulemâ tabakasıyla normal vatandaşın ilişkilenme tarzında sosyolojik mânada negatif bir belirtiye rastlamak mümkün değildir. Çünkü bu dönemde dinin kaynaklarına hakim olan insanların sayısı çok olduğu için, ilmin istismarı çok kolay olmamıştır. Ancak ileriki dönemlerde, islâmî kaynaklara vukûfiyeti olan insanların sayısındaki azalma, her konuda olduğu gibi, âlim tabaka ile normal vatandaş arasındaki ilişkilenme tarzında da bir aşınmayı beraberinde getirmiştir. Günümüzde ki âlim tabaka ile normal vatandaş arasındaki ilişkideki anormallik, islâmî kaynaklara vukûfiyetteki azlığın azamiyetindendir. İslâm ülkelerinde sekülerizmin, sistemin ideolojik uygulaması olarak tecellisi de bu konunun tehlikeli aşamalara gelmesinde tuz ve biber olmuştur.
Günümüzde İslâm alimlerine, genel olarak üç bakış açısı vardır;
- Olduklarından öte bir mertebe verilip, onlara meşru olmayan tarzda muhabbet beslemektir. Yani onları mânayı ismî ile sevmektir.
- Onların kıymetlerini sıfır derecesine indirip, onlara normal bir insan muamelesini bile çok görmektir.
- Onların hakiki mahiyetini bildikleri için, hakettikleri değeri ölçülü bir şekilde teslim etmektir.
Bu kısa girizgahı yaptıktan sonra İslâm kaynaklarında reddedilen âlimlik ölçüsünü irdelemeye çalışalım.
Evvelâ İslâm dininde, âlimin referans alınması veya ona mânevi açıdan saygı gösterilmesi, âlimin şahsi meziyetlerinden dolayı değildir. Yani bir âlimin üç türlü sosyal rolü vardır;
- Risâlet davasına hizmet anındaki pozisyonu
- İbâdet esnasındaki pozisyonu
- Şahsi pozisyonları[3]
Burada bir âlimin bizim ile alakalı olan durumu, İslâm dinine hizmet ile alakalı olan birinci maddedeki durumudur. Mânevi mânada da ikinci madde ile alakalı olabiliriz. Üçüncü madde bizleri bağlamaz.
Bu bakış açısıyla meseleye yaklaşıldığı zaman, tedavülde olan birçok yanlış bakış açısı düzeltilebilir veya kendimizi bu yanlış yaklaşımlardan muhafaza edebiliriz. Bir âlimin şahsi meziyetleri, ne kadar pozitif olursa olsun, bunların hizmet alanına pozitif yansımasına/yansıtılmasına bakılır. "Velâyet ve salâhat hadsiz bir hayat-ı ebediyenin pırlantası gibi bir kuvvet ve bir yüksekliktir. Dünyevî kuvvet öküzde ve cesaret canavarda dahi bulunmakla beraber, velâyet ve salâhate nisbeten, bir âdi cam parçasının elmasa nisbeti gibidir."[4]
Bundan dolayı, ulemâ kategorisine girmemiş birçok şahsiyet, şahsi hususiyetlerinden ötürü makbul bir mercî/referans olarak maalesef kabul edilmişlerdir/edilmektedirler. Birinin iyi bir hatip olması, maddi imkanlarının çok olması, sosyal referanslarının zengin olması, sosyal konularda bir tercih ölçüsü olabilse de âlimliğin ölçüsü olamaz. Bunlar şahsi meziyetlerdirler.
Dolayısıyla Ulemâ kategorisine girip te şahsî hissiyatını veya arzularını hizmet alanına aksettirenlerin bu hususiyetleri de bizi bağlamaz.
Bir âlimin nazarî alandaki ictihadlarına veya telif ettiği eserlere bakarken ise, âyet ve hadîsteki küllî hakikatlere ve şeriatın genel maksadlarına olan uyumu nisbetinde değer verilir. Aksi halde âyet veya hadîsin bazı hakikatleri ile çelişme durumuna düşebiliriz.
Bu tehlikeyi öncelerden sezen İmâm-ı Azam ve İmâm Şâfiî gibi allameler; اذا صح الحديث فهو مذهبي 'Nerede bir sahîh hadîs varsa benim mezhebim oradadır.'[5] deyip kendilerini Kur'ân ve sünnetin önünde gölge olma durumuna düşürmemişlerdir. İmâm-ı Mâlik; إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ ، أُخْطِئُ وَأُصِيبُ ، فَانْظُرُوا فِي رَأْيِي ، فَكُلَّمَا وَافَقَ الْكِتَابَ وَالسُّنَّةَ فَخُذُوا بِهِ , وَكُلَّمَا لَمْ يُوَافِقِ الْكِتَابَ وَالسُّنَّةَ , فَاتْرُكُوهُ 'Muhakkak ki ben bir beşerim. Hata da yaparım, isabet te ederim. Görüşüm Kur'ân ve sünnete muvafakat ettikçe onu alın. Ancak tersi olursa onu terkedin.'[6] deyip bir metod dersi vermiştir. Bediüzzaman hazretleri de 'Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.'[7] diyerek bu konuda Selef-i salihîn'i takip etmiştir.
Dolayısıyla Selef-i salihîn'in izinden giden âlimler, ilmi tenkitlere kendilerini kapatmamışlardır.
Bazen adam iyi bir âlim veya hizmet adamı olduğu halde, şahsî damarlarındaki hissiyatını da hizmete katmada azamî derecede gayret ve hamiyet sahibi olabilir. Dolayısıyla tefrik lazımdır. Âlimlerin, hizmet erbablarının hissi ve hususî ictihadlarını, örfî veya şahsî prensiplerini, şahıs ve örflerine ircâ' gerekli olduğu gibi, diğer güzel meziyetlerini de takdir ve tahsîn etmek, hakikatperestliğin şenindendir. Yani zarûrî ile gayr-ı zarûrîyi ayırmak gerekir.[8] Dolayısıyla bir âlimin veya hizmet erbâbının kritiğini yaparken, toptancı bir değerlendirmekten de sakınmak gerekir. 'Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez.' [9] tespiti, bu konuda belirleyicidir.
Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurmuştur;
سَيَأْتِي عَلَى أُمَّتِي زَمَانٌ يَكْثُرُ الْقُرَّاءُ ، وَيَقِلُّ الْفُقَهَاءُ ، وَيُقْبَضُ الْعِلْمُ ، وَيَكْثُرُ الْهَرْجُ 'Bir zaman gelecek, ümmetimde kurra/Kur'ânı okuyanlar çoğalacak ancak fâkihler, onun mânasını anlayanlar azalacak. İlim kabzolacak, karışıklık ve ihtilaflar çoğalacak.' [10]
Bu hadîsten anlaşılan, Kur'ân'ın âyetlerinin mânasını, mefhûmunu siyâkıyla/konteksiyle beraber bilmeyen insanlara, hükümler noktasında itibar etmemektir. Birkaç âyet veya hadîsi orjinal metinleriyle ekranlar karşısında okuyabilmek alimliğin bir ölçüsü değildir. Hâricîler Kur'ân'ı çokça okulardı, ancak mâna ve genel maksadlarını anlamıyorlardı. Onu için Resul-i Ekrem (s.a.v.) يقرأون القرآن لا يجاوز حناجرهم 'Kur'ân'ı çokça okumalarına rağmen, okuduklarını anlamıyorlar.'[11] buyurmuşlarıdr.
Âlimliğin hakkını edâ edenlere islamî edep dahilinde yaklaşılması gerekir;
Âlimin nasıl yetiştiğini, bir âlimin piyasada hayırlı şeyleri icrâ etme aşamasına gelmesinin kolay olmadığını Abdullah ibni Mes'ud şöyle ifade etmiştir; ان احدا لا يولد عالما والعلم بالتعلم 'Kimse âlim olarak dünyaya gelmez. İlim ancak öğrenerek elde edilir.'[12] diyerek alimlerin kıymetini anlatmıştır. İmâm Şâfiî de تعلم فليسَ المرءُ يولدُ عالماً 'İlmi öğren, çünkü kimse âlim olarak dünyaya gelmez.' demiştir.
Selef-i Salihîn'den âlimlere göstermiş oldukları hürmeti anlatması açısından imam Müslim den anlatılan şu olay öğreticidir; 'İmam Müslim İmam Buhârî'nin yanına geldikten sonra 'Ey Üstadların Üstadı, Muhaddislerin seyyidi, hadîslerin doktoru! Bırakın da ayaklarınızı öpeyim.'[13]diyerek alimlere karşı edep dahilinde hareket edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Bir mescidde fıkhî münazaraların yapıldığı bir halkanın varlığı, imam Ebû Hanife'ye aktarılır; Ebû Hanife; Onların başı var mı? diye sormuş. Onların meclisini yönetecek biri olmadığı söylendiğinde, Ebû Hanife 'Bırakın onları asla birşey öğrenemezler.' demiştir. [14]
İmâm Şâfiî 'Kim ki sırf kitaplardan fıkhı öğrenmeye çalışırsa hükümleri zayi etmiş olur.' [15]diyerek bir üstadın önünde diz çökmenin, bir âlimin toplumda oynadığı rolun önemine vurgu yapmış olur.
Selef-i Salihinden aktardığımız bu ikitibaslar alimlerin toplumdaki önemlerini çok güzel bir şekilde ifade ederler.
Âlimlerin müellefatına ve ictihadatlarına yaklaşım usûlu;
Bütün insanlar gibi âlimler de ismet sıfatları olmadıkları için, hata edebilirler. Ancak onları hata ile itham etmeden şu iki tehlikeye dikkat etmek gerekir; 1. Yapılan ithamın doğru olmaması. Yani doğru ve isabet ettiği bir konuyu itham etmeye kalkışma durumu. 2. Ya da yapılan ithamın aslı ve astarının olmama durumudur.
Dolayısıyla âlimlerin te'vile muhtemel olan veya mücmel olan ifadelerini cahillikten ötürü, yanlış yorumlama durumuna düşmemek gerektir.[16]
Ancak açıktan ve zâhiri olarak hata yapan alimleri, batınî ve mânevî olarak çok yüksek göstermek te doğru değildir. Bu konuyu Hz. Ömer şöyle ifade etmiştir; İnsanlar Hz Peygamber döneminde vahiye göre kendilerini konumlandırıyorlardı. Ancak vahiy artık kesilmiştir. Şu an bizim yapacağımız iş, amellerinize göre sizleri değerlendirmektir. Biz, iyiliği zâhir olan bir insanı tasdik edip ona yaklaşırız. Kötülüğü aşikar olan birine ise, ne güvenir ne de tasdik ederiz. Kendi hususî dünyasında çok yüksek kemâlâtlara sahip olsa da.'[17]
Sahabe veya müctehidler arasında ihtilafa medar olmuş meselelerde, müctehidlerin bir kısmını tahtieye gitmekken ziyade, والله اعلم بالصواب edeb ve kaidesiyle hareket etmek gerekir. Örneğin Rü'yetullâh meselesi gibi, ahirete imân'ın bir parçası olan bir meseleyi münakaşaya açmaktan çok, ahirete imân konusu üzerinde yoğunlaşmak daha hayırlıdır.[18]
Bazı meseleler de de âlimlerin dedikleri tam anlaşılmadan aktarıldığı için, kendisine hata isnâd edilmiştir. Bu konuda tahkik lazımdır. Örneğin İmam Buhârî'ye İmam Zühlî tarafından, Kur'ân'ın lafızlarının mahlûk olup olmadığı hakkında soru sorulmuştur. İmam Buhârî de biraz duraksadıktan sonra, fiillerimizin mahlûk olduğu konusunda delil ileri sürmüştür.
İmam Buhârî'nin bu tavrı, daha sonra yanlış yorumlanıp, Kur'ân'ın mahlûk olduğunu savunduğu zannedilmiştir. Oysa İmam Buhârî, Kur'ân talaffuz edilirken çıkan sesin mahlûk olduğunu savunmuştur. Allahın kelâmının mahlûk olduğunu iddia edip savunmamıştır.[19]
Onun için Hz. Ömer" لا تظن بكلمة خرجت من أخيك المؤمن شراً وأنت تجد لها في الخير محملاً " 'Hayra yorulma ihtimali olduğu halde müslüman kardeşinden sadır olan bir söz için sûi zann etme.'[20] İbni Sîrîn de; 'Kardeşinden sana bir şey ulaştırılırsa, onu iyiye yormaya çalış ve bir özrünün olduğunu düşün, eğer özür bulmadınsa belki de bir özrü vardır, de.' deyip müslümanların kardeşlerine karşı hüsnü zann'a memur olduklarını ifade etmişlerdir.
Said ibni Müseyyeb 'Hiçbir alim, şerif veya faziletli biri yoktur ki ayıbı veya kusuru olmasın. Kimin fazileti noksanlarından fazla ise, noksanlar faziletler hesabına geçer. Bunun gibi kimin de noksanları faziletlerinden fazla ise, faziletleri gider.'[21]demiştir.
Hazreti Üstad da 'Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan sâikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh, eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı zedeler.' Diyerek hüsnü zannın toplumsal yaşamın sıhhat ve selameti için ne kadar önemli olduğunu belirtir.
[1] Zumer sûresi, 39/9.
[2] Âcirrî, Ahlaku'l-Ulemâ, Hadîs no; 15.
[3] Mektubat, 26. Mektub, 2. Mebhas.
[4] Lem'alar, 20. Lem'a, 7. Sebep.
[5] Nevevi, Mecmû', c. 1, s. 63.
[6] İbni Abdu'l-Berr, Câmiu Beyâni'l-İlmi ve Fadlihî, c. 2, s. 32.
[7] Said Nursi, Münâzarat.
[8] Muhakemat, 1. Makale, 4. Mesele.
[9] Münazarat
[10] İbni Abdu'l-Berr, Camiu Beyani'l-İlmi ve Fadlihi, Hadis no: 678.
[11] Sahih-i Müslim, Hadîs no; 1064.
[12] Sahihi Buhârî, Kitabu'l-İlm, Hadîs no; 67.
[13] İbni Kesir, el- Bidaye ve'n-Nihaye, c.11, s. 340.
[14] İbni Abdil Berr, Camiu Beyanil İlmi ve Fadlihi, c.1, s. 139.
[15] İbni Cemâe, Tezkiretu's-Sâmî, s. 87.
[16] Kavaid fi Teamuli meal Ulema, s. 107
[17] Buhârî, Şehadetler babı,
[18] Siyer Alamin nubele 10/114, Zadul Mead 3, 36-37.
[19] İbni Teymiyye, Fetava, 12, 364.
[20] İbni Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azîm, 4/213.
[21] Abdulberr 'Câmi' adlı eserde rivayet etmiştir. 2/48.