Arap ülkelerindeki taşkınlıkları yorumladığı Taraf gazetesindeki köşesinde, Ahmet Altan, İslam’ın orta çağının yaşandığını söylüyordu. Bu önerme, zımni olarak, Avrupa ortaçağında yaşananların bir benzerinin İslam toplumlarında yaşandığı fikrini barındırıyor. Peki, bu yaşananları, İslamın ortaçağı olarak okumak mümkün mü?
Bu varsayım, zamanı doğrusal bir biçimde okuyan modernist bir çizgiyi ifade ediyor aynı zamanda. Batıdaki oryantalistlerden doğunun İslamcılarına kadar, modernizmin pek çok tonunda aynı varsayımın izlerini bulmak mümkün.
Yine bu varsayıma göre, geçmiş her zaman ilkeldir, eskidir, geridir. Mevcut durum, geçmişten iyi ve gelecek de bu günden daha iyidir. Bu yaklaşım, zamanı içeriğinden kopararak tanımlayan doğrusal bir zaman anlayışını ifade etmektedir.
Doğrusal zaman anlayışına göre, oryantalist bir bakışı ifade eden ilerleme fikri, batının ilerlediği noktayı gösteriyor. Ve diğer bütün toplumların, batının bu günkü noktasına geleceğini öngörüyor. Yani ilerleme, batıya doğru bir ilerlemedir. Bütün toplumlar, batının geçirdiği evreleri geçirecekler ve bu tecrübeler yaşanmadıkça, gerçek bir ilerleme mümkün değildir.
Bu anlayış, bir coğrafi terim olan ‘batı’yı medeniyetin odak noktasına koyuyor sonra da onu, bütün medeniyetlerin yaşayacağı bir ideal model haline sokuyor.
Yine bu varsayıma göre, Hıristiyanlığın geçmişi ilkeldi, ortaçağda yaşananlar Hıristiyanlığın bir ürünüydü. Skolastik anlayış, dinden beslenen bir anlayıştı. Rönesanstan sonra, bu anlayış yeni bir din anlayışı ile çatıştı ve yeni modern anlayış eski orta çağı yıkıp yerine yeni bir seküler bir dünya inşa etmiş oluyordu.
Doğrusal zaman anlayışını İslam toplumlarına uygulayanlar da var elbette. Buna göre, İslamın ilk ortaya çıktığı zamanlar, İslamın ilkel dönemine işaret ediyor. Ve imparatorluklar çağındaki, Emevi-Abbasi-Osmanlı imparatorlukları İslamın ilerleme dönemlerine işaret ediyor. Yani ilerleme anlayışı, dünyevi kavramlar olan, devlet, imparatorluk, maddi terakki ve maddi güç/kuvvet gibi kelimelerle ifade edilmektedir.
Osmanlı Devletinin son yıllarında yaşanan mektep-medrese çatışmaları veya günümüzdeki İslamcılık tartışmaları, hep bu ‘doğrusal zaman’ anlayışlarının etkisindedir. Mümtazer Türköne’nin Pazar günkü ‘İslamcılığı tarih dışı’ olarak yorumlamasını da bu etkinin bir örneği olarak okumak mümkündür.
Günümüzde yaşanan İslamcılık tartışmalarında da ana eksen, maddi terakki-devlet-hükümranlık gibi kavramlarda yaşanmaktadır. Özellikle batı demokrasisi, insanlığın geldiği en yüksek nokta olarak kabul edilmekte ve diğer anlayışların bu ‘demokratik’ anlayışa yakınlığı veya uzaklığı, medeniyetin ölçüsü olarak kabul edilmektedir. ‘Tarihin sonu’ tezi, bu doğrusal zaman anlayışının en uç noktasıdır.
‘Bizim mahalle’deki pek çok akademisyen ve ilim adamının da bu doğrusal zaman anlayışının etkisinde kaldığını maalesef müşahede etmekteyiz. Bu minvalde, Risale-i Nurlarda geçen kavramlar da bu anlayışın etkisinde yorumlanmaktadır. Özellikle, birinci Said eserlerinde geçen ‘maddeten terakki’ gibi kavramlar da bu şekilde yorumlanmakta ve maddi terakkiyi İslam medeniyetinin ana eksenine koymaktadır. Böyle okununca da kendi içinde birçok tutarsızlıklar barındıran bazı risale anlayışları ortaya çıkmaktadır.
Oysaki, zaman, doğrusal bir çizgi üzere hareket etmemektedir. Bu yüzden, her yaşanan geçmiş tekrarlanmakta ve zaman, dairesel olarak tekrar tekrar yaşanan bir gerçeklik olmaktadır. Bu husus Risalelerde şöyle anlatılmaktadır:
‘Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.’(Hutebe-i Şamiye)
Öyle ise, geçmiş, ilkel değildir ve gelecek de hep mükemmel değildir. Geçmişte yaşanan Asr-ı saadet, hem geçmişimizdir, hem de yaşanabilecek bir geleceğimizdir. İdeal geçmiş, tarihselcilik ile malul olanların anlayabileceği bir durum değildir. İslamcılık da bu konuda tarihselciliğin gölgesinde kalmakta ve ideal bir gelecek tasavvur etmektedir.
Peki, ‘Orta çağ’ı nasıl tanımlayacağız? Orta çağ, kimin ortaçağı?
Ortaçağ, bir zamanı mı ifade ediyor? Yoksa bir anlayışı mı? Eğer doğrusal bir zaman anlayışı ile bakarsak, ortaçağ, bir zaman dilimidir ki, batı onu yaşamış ve tecrübe etmiş, diğer toplumlar da o zamanı yaşayacak ve ‘ilerleme’ anlayışında bir basamak daha yükselecektir.
‘Evet mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir. Evvelâ: Ebna-yı maziden muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vustâ ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm, üçyüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beşyüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan onikinci asra kadar ben maziyle tabir ederim, ondan sonra müstakbel derim.’(Muhakemet, 8.mukaddeme)
Halbuki ortaçağ, içinde taassup, taklid, istibdat ve cehaleti barındıran bir anlayıştır. Bu anlayışı, Hıristiyan dünyası derebeylik döneminde yaşamıştır. Eşzamanlı olarak, İslam dünyasında da bu kavramların karşılıklarını bulmak mümkündür. Bediüzzaman’ın ‘istibdad-ı mütenevvi’ dediği, ilmi, fikri ve siyasi her türlü istibdat, ahlaksızlık, karmaşıklık, kaos ve ümitsizlik gibi haller de İslam ortaçağını ifade eden kavramlardır.
Ortaçağ anlayışlarını yansıtan bu kavramlara, modern zamanlarda bir de ‘tahrik’ veya ‘dolduruşa gelme’ ya da ‘provokasyon’ gibi kavramları da ilave etmek mümkündür. ‘Batı’, hileleri ile ‘doğu’yu provoke etmekte ve ötekileştirmektedir. Doğu da muhtelif hadiselerle, kolay provoke olduğunu ve akli tepkiler vermek yerine, duygusal tepkilerle reaksiyon göstererek neredeyse batının istediği tarzda davranmaktadır.
‘Bundan sonra malûmdur ki: İnsanda müdebbir-i galib, ya akıl veya basardır. Tabir-i diğer ile ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyulat-ı kalbiyedir veya temayülat-ı akliyedir. Veyahut ya heva veya hüdadır.Buna binaen görüyoruz ki: Ebna-yı mazinin bir derece safi olan ahlâk ve hâlis olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını istihdam ederek şahsiyat ve ihtilafat meydanı aldı. Fakat ebna-yı müstakbelin bir derece münevver olan efkârları heves ve şehvetle muzlim olan hissiyatlarına galebe ederek emrine müsahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecelli etti.’(Muhakemat, 8.mukaddeme)
Bütün bu metinleri birleştirerek okuduğumuzda, acaba Üstadın ‘İslamın istikbali’ dediği çağda mı yaşıyoruz? Yoksa ‘İslamın orta çağı’nda mı yaşıyoruz? Sorusunu kendi kendimize sormamız gerekir. Batıda Hz. Peygambere hakaret eden film gibi hadiseler, ne ilkdir ne de son olacaktır. İslam dünyasının, batıdan gelen bu tür saldırılara karşı, akli ve mantıki cevaplar vermek ve diplomasi yoluyla karşılık vermek yerine, nümayişlerle cevap vermesi, yakıp yıkmalarla cevap vermesi İslam adına, ‘batıya verecekleri bir cevabın olmadığı’ intibaını vermektedir. Oysaki İslamın bütün verileri ortadadır ve bu veriler, bilgi çağında, bilgiye dökülerek batıya ulaştırılmalı ve bu tür hadiselerin bir fırsat olduğu dikkate alınarak, İslamiyetin batıya anlatılması sağlanmalıdır.
Bu hadiselere karşı, Müslümanların yer yer haksızlıklara varan taşkınlıkları, Altan’a ‘İslamın ortaçağı’nı yazdırıyorsa, yanlış giden bazı şeyler olduğunu gösteriyor. Hani ‘Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişi’ idi?
İslamın istikbali, asr-ı saadetidir. Asr- saadette bu istikbal, ‘Muhammed-ül emin’ vasfı ile taçlandı. Ve diğer insanlar, Müslümanın elinden ve dilinden emin’ idi.
Bu gün, istikbali mi yaşıyoruz? Yoksa hala ortaçağda mıyız? Sorularına cevap aramaya çalışalım.