İslamiyet ve Hürriyet (I)

Abdulkadir MENEK

A-GİRİŞ

Rabbimiz insanı en güzel bir şekilde, yani ahsen-i takvim suretinde yaratmış, yüksek kabiliyet, duygular ve özellikler ile donatmıştır. Bu kabiliyetlerin en güzel bir şekilde kullanılması için akıl nimetini bahşeden Halık-ı Kâinat, cüz-i ihtiyari ile insanlara bir hareket alanı ve kabiliyetlerini geliştirmek için de fırsatlar yaratmıştır.

İlk insan ve ilk Peygamber olarak yaratılan Hz. Âdem (AS) ve O’na eş olarak yaratılan Havva annemiz cennete alınarak büyük nimetlere mazhar edilmiş, yalnızca bir ağacın meyvesini yemekten men edilmişlerdi. Onlar, merak saikası ve şeytanın verdiği vesvese ile bu meyvenin tadına bakmışlar ve bunun neticesi olarak da Cennetten dünyaya gönderilmişlerdi. "Doğrusu bundan önce Âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık. " (1) ayeti bu meseleyi kısaca hülasa etmektedir.

Rabbimiz, murat eylediği çok büyük bir imtihan için yarattığı insanoğlunu bu şekilde dünyaya göndermiş ve böylece çetin dünya imtihanı başlamıştır. Aslında ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem’in (AS) tabi kılındığı bu imtihan ile hürriyetimizin bazı sınırlarının İlahi bir takdir ile kayıt altına alınacağının, böylece İlahi emir ve yasaklarla sınanacağımızın, insanların ruhen ve manen terakki ve yükselmesinin yollarının bu dünya imtihanının neticesi olarak açılacağının mesajı verilmiştir.

Hz. Âdem’in (AS) oğulları Habil ve Kabil kardeşlerin, bu çerçevede tabi kılındığı imtihan da çok manidardır. Habil ve Kabil, kıyamete kadar şiddetlenerek devam edecek çetin bir imtihan olan ‘’Kadın’’ ile zorlu bir cendereden geçmişler ve Kabil bu süreçte nefsin esaretinden kurtulamayarak ve ilk katil unvanını da alarak imtihanı kaybedenler kervanının öncüsü olmuştur. Bu ilk ciddi ve ağır dünya imtihanının merkezinde bir kadının bulunması da, bundan sonra da nefislerin tabi olacağı imtihanlar için çok önemli bir ipucu olarak kabul edilmektedir.

B-İSLAMİYET VE HÜRRİYET

İnsanlık tarihi boyunca yaklaşık olarak yüz yirmi dört bin Peygamber gönderilmiş, bunlar vazifelendirildikleri toplumlara, Rablerinin emir ve yasaklarını tebliğ etmişler, görevlerini emredildikleri şekilde yerine getirmeye çalışmışlardır. İman ve hürriyet ile nefis ve Şeytanın telkin ve yönlendirmeleri, tebliğe muhatap olan bütün insanlar için hep hayatın merkezinde bulunmuştur.

İşte tabi kılındığımız imtihan, bu yönü ile yapacağımız tercihler neticesinde şekillenecek, kazananlar veya kaybedenler, bunların ortaya çıkardığı iman ve hayat tarzının sonucu olarak İlahi takdir ile belirlenmiş olacaktır. İnsanlar, nefislerinin isteklerinin neticesi olan ''keyfemayeşa’’ bir hayat tarzı ile İlahi memnuniyetten uzaklaşabildikleri gibi, nefis ve şeytanın süfli arzu ve isteklerine muhalefet ve karşı çıkma derecelerine göre de İlahi rıza ve muhabbet iklimlerine yaklaşmış veya kavuşmuş olacaklardır.

Arap yarımadasında hükümferma olan zulüm, haksızlık ve istibdat düzeni, bu bölgelerde yaşayan insanları hayatlarından bezdirip, insanlıklarından utandırarak tam bir köle olma derekesine indirmiş, sınıf ve cinsiyet farkı en acımasız ve vahşi suretlerde uygulanır hale gelmişti. Fakir insanlarla birlikte halk tabakasının ve kadınların maruz bırakıldığı zulüm ve ayrımcı hayat düzeni, dehşet ve vahşet ile yaşanan bir toplum manzarası ortaya çıkarmıştı.

Bu düzende; nefsin çirkin ve yontulmamış istekleri, diğer insanları ezmekten ve yutmaktan çekinmeyen bir kibir anlayışı ile her türlü baskı ve zulmü kendileri için mübah ve hak olarak gören bir ceberut düşünce ve kendini üstün ve farklı gören bir sınıf anlayışı egemendi.

İnsanlık; tam bir vahşet ve keşmekeş içinde bulunduğu, karanlığın, zulmün ve istibdatın katmerleştiği bir sırada, dünya İslamiyet ile müşerref olmaya başlamış, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (ASV) rehberlik ve risaleti ile bütün âlemi kucaklayan, ahiret ile birlikte dünyaya da bakan bir hayat ve huzur nizamı ile tanışma şerefine nail olmuştur.

İslamiyet ile birlikte öncelikle sınıf ve cinsiyet farkı kaldırılarak bütün insanları kucaklayan bir anlayış yerleştirilmeye çalışılmış, hayat hakkı ve hayatın korunması için her türlü özen gösterilerek, gerekli bütün tedbirler alınmış, insan hayatı mukaddes ve dokunulmaz olarak kabul edilmiştir. Hatta insana olan saygının, ölümünden sonra bile devam etmesi için gerekli bütün kural ve emirler açık bir şekilde va’zedilmiştir.

Bu çerçevede; insanların varlığı, kişiliği, haysiyeti ve bedeni değerli ve üstün olarak kabul edilmiş, her türlü haksız saldırı ve hakaretten korunması için gerekli olan bütün önlemler en üst düzeyde alınmıştır.

C-HÜRRİYET VE NEFİS TERBİYESİ

Hürriyet, Rahman olan Rabbimizin en güzel hediyelerinden birisidir. Bu şekilde insanoğlu tabi kılındığı imtihan ile baş başa kalmış, hürriyeti kullanma noktasında cüz’i bir irade sahibi kılınmış, İlahi emir ve yasaklar arasında tercih yapma konusunda serbest bırakılmıştır. Bu serbestlik insana, manevi olarak en yüksek makam olan ala-yi illiyine çıkabilecek kadar bir imkân verdiği halde, yine aşağıların en aşağısı olan esfel-i safilin derecelerine de düşebilme ihtimali ile karşı karşıya bırakmıştır.

İnsanlar, kendi vücutları da dâhil olmak üzere Rabbimizin yarattığı bütün varlıkları kullanma, onlardan yararlanma ve onlarla olan muamelelerinde, bu emir ve yasakları tercih etme konusunda serbest bırakılarak, ulaşacakları akıbet konusunda irade sahibi kılınmışlardır.

Fakat fani ve ne zaman sona ereceği belli olmayan bir hayata sahip olan insanlar, kendilerinin kullanımı için yaratılan ve emirlerine verilen hiçbir şeyin gerçek sahibi değildirler. Vücudumuz başta olmak üzere bizim istifademize sunulan bütün varlıklara ancak ‘’İlahi bir emanet’’ nazarı ile bakabiliriz. Üstad Said Nursi, bu durumu gayet beliğ bir surette ifade etmektedir:

‘’Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi olduğu garib san’at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, ancak bir tane insana aittir. ’’ (2)

Sahibi olarak göründüğümüz varlıkların hepsini veya bir kısmını her an kaybetme riski ile karşı karşıya bulunduğumuz bir hayatı yaşıyoruz. O halde bunları kullanırken bu durumu asla gözden uzak tutmamalı, bu nimetleri verenin emir ve talimatları dâhilinde kullanmak gibi bir yükümlülük sahibi olduğumuzu da akıldan uzak tutmadan yaşamalıyız.

Aslında Kâinatın Halık’ı, meşru ve helal olarak isimlendirilen nimetler ile insanların bütün ihtiyaçlarını en mükemmel şekilde karşılamanın yollarını açmış, imtihan sırrının gereği olarak bazı duygu ve isteklere de sınır konulmamıştır. Bu noktada nefsin gayr-ı meşru isteklerine kapılmayarak, İlahi emir ve yasakları dairesi içinde yaşamak konusunda ise insanları serbest bırakmıştır. Oysa ‘’ helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. ’’ (3) sözü, burada insanların durması gerektiği noktayı da en güzel ve veciz bir şekilde nazarlara vermektedir.

Rabbimiz insanları, ihtiyaçlarını ve kabiliyetlerini bütünüyle engelleyecek bir imtihana tabi tutmaz. İnsanlar meşru dairede ihtiyaçlarını en makul şekilde giderebilecekleri gibi, kabiliyetlerini de geliştirme noktasında yeterli düzeyde meşru imkân ve fırsatlara sahip olabilecek bir şekilde yaratılmışlardır. Bunun için de gayr-ı meşru herhangi bir yola ve fıtratı zorlayarak rencide edecek vasıtalara başvurmaya ihtiyaç bırakılmamıştır.

1-        Taha, 20/115

2-        Mesnevi-i Nuriye, 57

3-        Sözler, 33

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.