İslamofobya Sempozyumu ve iğneyi kendimize batırmak
30 Haziran sabah 4’te başladı İstanbul seferimiz.
Üsküdar Üniversitesi, Akademik Araştırmalar Vakfı ve Risale Akademi’nin organize ettiği 1. İslamofobya Sempozmu için yola çıkmıştık.
Eskişehir’den yola çıkan, Adem Abi, Alper, Mustafa, Levent, Alimcan, Ahmet, Murat ve benim bulunduğum ekip, Timur Abimizin sevk ve idaresiyle selametle vardık İstanbul’a. Sempozyuma katılım üst düzeyde idi. Yıllardır göremediğimiz dostlarımızla beraber, adını duyup kendisiyle tanışma fırsatı bulamadığımız çok kıymetli zevatla görüşme ve fikirlerinden istifade etme imkanı bulmuştuk. İki gün boyunca sürecek tam bir bilim ve tefekkür ortamının içinde bulmuştuk kendimizi.
Sempozyumu organize eden kurumları temsilen Gürbüz Aksoy Hocamız ve İsmail Benek Abimiz her şeyi düşünmüş ve mükemmel bir şekilde organize etmişlerdi. Dinlediklerimizi ve öğrendiklerimizi akıl ve vicdan terazisiyle tartarak, İstanbul’a hakim ve Boğaz manzaralı bir tepede Dilruba Tesislerinin nefis ikramlarını hazmetmeye çalışıp Mün’im-i Hakikiye şükrettik. Özellikle son gün katıldığımız boğaz turu, gözlerimize ve ruhumuza muhteşem bir ziyafet çekti.
Konu İslamofobya yani İslam korkusu olunca bize daha bir ilgi çekici gelmişti.
Korkan biz isek neden korkuyoruz veya başkaları ise neden korkuyorlardı sevgi, şefkat ve selamet dini İslamdan? Bu sorunun cevabının arandığı çokça fikir ve tespite kulak verdik.
Sempozyum boyunca cevabı aranan asıl soru şuydu sanki: Bu “ ötekiler ve başkaları” İslamdan mı korkuyordu yoksa Müslümanlardan mı, Müslüman geçinenlerden mi?
Sempozyumun açılış bildirisini sunan Mücahit Bilici’nin “Avrupalı, Hıristiyanlık söz konusu olduğunda seküler, İslam söz konusu olduğunda ise Hıristiyan oluyor” tespiti çok yerindeydi. Ayrıca “öteki’nin İslam korkusuyla “bizim Hıristiyanlık korkumuzu” birlikte ele almak gerektiğini vurgulanması, doğru adımı attığımızın ilk işareti gibiydi.
11 Eylül saldırıyla oluşturulmaya çalışılan “İslam ve Terör” algısının, aynı zamanda İslamı tanıma ve öğrenme noktasında bir merak uyandırdığı ve bunun bir fırsata dönüştürülebileceği katılımcılar tarafından dile getirilen çok isabetli bir tespitti. Bunun için de kendisini Müslüman olarak ifade edenlerin İslama yakışır bir biçimde yaşamaları gerektiği vurgulandı.
“İnsan bilmediğinden korkar” mantığıyla yola çıkıp, ilk başlarda Hıristiyanlığın önemsiz, sapkın bir kolu olarak görülüp fazla ciddiye alınmayan İslamiyetin, Rahmet Peygamberimizin rehberlik ve riyasetinde, insanlıkta meydana getirdiği büyük değişimine, devamında Şam ve Kudüs’ün fetihleriyle ciddiye alınmaya başladığı, ardından İran, Kafkasya, Anadolu, kuzey Afrika ve Endülüs fetihleriyle Batı dünyasına saldığı endişeye işaret edildi. İstanbul’un fethiyle Ortodoks dünyasının, Viyana Kuşatması ise de Protestanların korkulu rüyaları perçinlenmişti.
Avrupa’nın bir ve bütün olabilmesi için bu korkuyu kullandığı, Komünizm tehlikesinin bertaraf edildiği yakın geçmişte böyle bir korkuya ihtiyaç duyduğu hatta bu gün bile bunun izlerine rahatça rastlamanın mümkün olduğu ifade edildi. İkiz Kuleler saldırısından beri “Çeçen Mücahitler”den nasıl “Çeçen Teröristler” jargonuna geçildiği, Holywood kaynaklı filmlerdeki kızıl ajan, düşman ve teröristlerin yerini, kısa süre içinde Orta Doğulu, isimleri Ahmed, Hüseyin ve Muhammed olan kişilerin aldığı konuşuldu.
Avrupa’da gittikçe çoğalan Müslüman nüfusla doğru orantılı olarak bir çok merkezde yükselen camilerden duyduğumuz mutluluk ve kıvancın yanında, Türkiye’deki misyonerlik faaliyetlerinin bizde uyandırdığı endişe, her türlü “fobya’nın her kalpte az veya çok bulunduğu ibretle gözler önüne serildi.
Cumhuriyetimizin kuruluşundan itibaren, değişik dönemlerde dine ve dindarlara uyguladığı baskının da bir çeşit İslamofobya kaynaklı olduğu ve 28 Şubat sürecinde bu korkunun doğurduğu baskıyı iliklerimizde nasıl hissettiğimizi bir kez daha hatırladık.
Prof.Dr.İbrahim Özdemir’in konuşmasında sorduğu “Amerika’da bir kilisede İslamı rahatça anlatabilmiş biri olarak Türkiye’de bir camide bir papazdan Hıristiyanlığı dinlemek nasıl olurdu acaba?” sorusuna kendi vicdanımda bir cevap veremediğimi de itiraf etmeliyim!
Benim cevap veremediğim bu önemli soruya Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği cevabı içimize bir ferahlık verdi: “…Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharrî-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, ilâ-yı kelimetullahtır. şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir.”
Çok sayıda değerli araştırmacı ve bilim adamının katıldığı Sempozyumun akabinde dönüş yolu boyunca, özelde İslam korkusu, genelde başkasının inancından korkmanın nasıl bir ruh hali olduğunu düşündüm durdum.
Bu korkunun altında da öncelikle o inanca mensup kimselerin dinlerine yakışır bir biçimde yaşamamalarından kaynaklanan olumsuz örnekler bulunduğu, çuvaldızı başkalarına batırırken iğneyi kendimize niçin batırmadığımızın cevabını da hep birlikte bulalım istedim.