Başbakan’ın Risale Haber’de yayımlanan açıklamasını okuyunca kendime hakim olamadım ve ani bir şükür secdesiyle Rabbime teşekkür ettim.
Sizlerin de son gelişmeler karşısında oldukça mutlu olduğunuza eminim. Zira medeniyetimizin inşa çalışmaları artık devlet eliyle kolaylaştırılıyordu adeta.
Peki ne diyordu Başbakanımız o haberde, “Osmanlıca, Kürtçe seçmeli ders olarak seçilebilecek. Detaylarını arkadaşlarımız açıklayacaklar.”
Başbakanımızın sözünü tutacağından eminiz. Çok yakında Osmanlı Türkçesinin de okullarımızda seçmeli ders oluşuna şahit olacağız inşallah. Bu habere sevinilmez mi?
4+4+4 eğitim sisteminin tesisi ve Kur’an-ı Kerim, Siyer-i Nebi, Arapça derslerinin kabulünün ardından Osmanlıca Türkçesinin de seçmeli ders olacak olması, ism-i hakeme dayanacak medeniyetimizin ilk adımları olarak görülmeli.
Bütün ilimlerin üssül esasının iman-ı billah olduğunu anlatan “hikmetin” de okullarımızdaki ders kitaplarına hakim olmasıyla, “Hakem” ismi medeniyetimizin ufkunda parlayacak inşallah.
Mardin Artuklu Üniversitesinde devletin ev sahipliğiyle gerçekleştirilen Münazarat Sempozyumu ise apayrı bir sevinç kaynağıydı bizim için.
Üstad’ın ittihad-ı İslam duasının kabul oluşu gibi bir büyük kerametti yaşanan. Belki de tüm acizlik ve zayıflığımıza rağmen bir ikram-ı ilahi.
İslam milletinin fertlerini oluşturan Türk, Kürt ve Arap unsurları, Selahaddin Eyyubi, Selçuklu ve Osmanlı etrafında kenetlendikleri gibi şimdi de yeni bir medeniyet inşası için Bediüzzaman’ın Münazarat’ı etrafında kenetleniyorlardı.
Bu en önemli sorun halledilmeden, Türkler, Araplar ve Kürtler olarak ruhlarımıza kadar sirayet etmiş bu asabiyetçi bataklıktan temizlenmeden, medeniyetimize doğru yol alamazdık elbette.
Bu noktadan hareketle Kürtçe’nin de seçmeli ders olacak olması elbette güzel bir gelişmedir. İnşaallah ittihad-ı İslama vesile olacak anlamlı bir adımdır.
İsm-i Âzam medeniyetine doğru dikkatli adımlarla yürüdüğümüz şu dönemde, böyle bir çalışma, öncelikle birliğimizi kuvvetlendirdiği için “Ferdiyet” hakikatini güçlü bir şekilde gösteriyor.
Devletimizin, Mavi Marmara, Suriye, İsrail, Filistin, Gazze, Somali vb. uluslararası sorunlar karşısındaki tutumu ise, medeniyetimizin gerçek adalet ilkesinin temellerinin şimdiden atılmaya başlandığını gösteriyor.
Mesela, Suriye meselesi şu anda ne kadar acı da görünse, günün birinde Suriye ile birleşeceğimiz muhteşem bir dönemin kapıları bu olaylarla aralanmıştır aslında.
Bu arada İDSB, İHH, SDP, Anadolu Platformu, TGTV gibi STK’ların birlik halinde gerçekleştirdiği “İnsanlık İçin, Suriye İçin” etkinlikleri de gelecekteki birliğimizin habercisi gibi.
Belki de Suriye üzerinden derin hesaplar yapan adalet-i mahza karşıtları, böyle bir birliktelikten korkuyorlar. Hatta Türkiye’nin İslami değerlerle barışmasını, herkesten önce İslami görünen bir takım komşu devletler engellemek isteyebilirler.
Çünkü insanlık, İslam adını kullanan devletlerin hakka değil de güce ve zulme taraftar olduğunu daha iyi anlayacak. Çünkü Türkiye, adalet-i mahzanın merkezi olacak o gün de.
12 Eylül darbesi ve 28 Şubat döneminde dindar insanlara yapılan zulümlerin aydınlatılması konusunda başlayan son hukuki süreçler ise, sahib-i basiretlere Rabbimizin “Adl” ismini gösteriyor.
Ayrıca son dönemlerde ülkemizde gerçekleştirilen doğayı ve çevreyi koruma çalışmaları Kuddûs ismini gösterdiği gibi, ülkemizin ve Orta Doğunun şerli ruhların tasallutundan kurtulmaya başlamış olması da Kuddûsiyet hakikatini azametli bir şekilde ortaya çıkarıyor.
Aslında bu süreç, kendi nefislerini, makamlarını, menfaatlerini İslami hakikatlere, Risâle-i Nûr’a ve Kur’âna perde yapmaya çalışanları da temizleyiverecek arenadan.
Samimi olanlar, hakikate, ihlasa, Kur’ân’ın hükümlerine, Sünnetin pusulasına ve Risâle-i Nûr’un düsturlarına sahip çıkanlar kalacak geride.
O halde eskisinden daha çok Risâle-i Nûrlarla ve hizmetle meşgul olmanın zamanıdır.
Siyâsi sistem rayına oturduğuna göre bu ülkede, orayı siyasetle vazifeli olanlara bırakırım derim. Biz kendi hizmetimize bakalım sadece.
Şu anda farkında olsak da olmasak da büyük bir temizlik yaşanıyor tüm dünyada. Sanki ruhları, akılları, imanları tertemiz olan o “kudsîler” ordusunu birazdan gördük göreceğiz.
Temellerin atılması süreci elbette en ağır süreçlerden birisidir ama yüreğimizde taşıdığımız ve yaşantımızla ortaya koymaya çalıştığımız hakikat, “sekine” hakikati olduğuna göre, her türlü zorluk ism-i âzamın feyziyle kaybolacak önümüzden.
Yakında yazılı ve görsel medyanın da kirlerden temizlenmesi süreci başlayacak sanıyorum. Çünkü “Kuddusiyet” hakikati ancak bu durumda kapsamlı bir şekilde tecelli edecek.
Daha sonra ise Üstadımızın haykırdığı “ihya-yı din ile olur bu milletin ihyası” hakikati tecelli edecek.
Yani “Hayy” ism-i âzamının diriltici, uyandırıcı soluğu ruhlarımızda cennet âsa baharları diriltecek kısa bir süre içinde.
Perdelerden, engellerden, korkutmalardan kurtulan milletimiz, asıl vazifesi olan İslam’ın bayraktarlığı kudsî vazifesine yeniden terfi edecektir böylece.
Bu süreçte bu hidayete gelir, şu gelmez gibi kısıtlayıcı ayrımlara gitmeden tüm insanlarımıza elimizdeki kudsî hakikatleri tebliğ etme zamanıdır. Bu güzel ortamın zekatını ancak böyle verebilir, hakkını böyle ödeyebiliriz dostlar.
Çünkü o hakikatler, onları temellük edelim, onları sahiplenelim diye bizim ellerimize verilmedi. O iman ve Kur’ân hakikatlerinin bir tek sahibi vardır o da Rabbimiz.
Bediüzzaman hazretlerinin gül fabrikasının baş katibi diyerek taltif ettiği, tevafuklu Kur’an-ı Kerim’in hattatı Ahmed Hüsrev Efendi’nin Üstadının hamiyetinden ilham alarak söylediği şu sözü hiçbir zaman unutmayalım:
“Bu millet cehenneme giderse cehenneme, cennete giderse de cennete gideceğiz kardeşim!”
Meşhur bir dinsizin ölümü üzerine gözyaşları eşliğinde söylediği bu sözler, bizlere de örnek olmalıdır aslında.
Daha vazifemizin başındayız. Bu yolda bir adım dahi geri gitmeyi bırakın, gecemizi gündüzümüze katarak bu davanın divânesi olmaktan başka da çaremiz yok.
Üstelik kavgayla, kinle, siyasetle, nefretle de işimiz olmaz bizim. Tek derdimiz insanlığın huzuru, barışı ve kurtuluşu olmalıdır.
“Biz muhabbet fedâileriyiz, husûmete vaktimiz yok” demekten başka da iddiamız yok.
Önümüzde ism-i âzam medeniyetini inşa etmek gibi büyük bir vazife duruyor ve kimseyi üzmeden, kırmadan bu vazifeye odaklanmalıyız tüm gücümüzle.
Kainattaki “Kayyumiyet” hakikatinin Kur’ân’ın hakikatleri ve yüreklerdeki imanla bağlantılı olduğunu bilen bizler, medeniyetimizin “kâim” olması için öncelikle kalplerdeki “imanı” ihya etmeye ve kâim kılmaya vesile olmalıyız.
Bizim vazifemiz hidayet için çalışmaktır ve elbette hidayeti verecek olan Hâdi-yi hakikiden başkası değil.
O halde kaldığımız yerden devam edelim geriye bakmadan ve hiç yavaşlamadan. Eskisinden daha çok Risâle-i Nûr okuyarak, yazarak, Evradlarla meşgul olarak nûrani bir döneme hazırlayalım aklımızı, kalbimizi ve ruhumuzu.
Bilhassa İhlas Risalesi ve dokuz emir etrafında, enâniyetlerimizi eritelim ve aslında birbirleriyle kucaklaşması gereken hakiki kardeşler olduğumuzu bir kere daha hatırlayalım.
Bu nûrani dönem, İslam dünyası, milletimiz ve insanlık için hayırlara vesile olsun.
Şunu da biliyoruz ki, dünya hayatındaki başarılar ancak kabir kapısına kadardır. Asıl mutluluk ve huzur ise ebediyet yurdundadır.
Tüm günahlarımıza rağmen bu ulvi yolda yaptıklarımız ve söylediklerimiz, rızâ-yı ilahiyi kazanmamıza vesile olsun. (OD)