RİSALEHABER
İsmail Ambarlı kimdir?
22 Aralık 1937 yılında Ankara’da doğdu. Aslen Konya Meram’lı. İlk orta ve lise eğitimini Ankara’da Erkek Sanat okulunda tamamladı. Mezun olduktan sonra 1959 senesine kadar tamircilik yaptı.
Askerliğini tamamladıktan sonra arabayla kömür götürdüğü bir lokantanın önünde 22 Aralık 1959 tarihinde Bediüzzaman Hazretleriyle tanıştı. Üstad’ı ilk kez doğum gününde görmüş olması hasebiyle 22 Aralık 1959 tarihini ikinci bir doğum olarak nitelendiriyor. 1960 yılında evlenen Ambarlı, Ankara’da birçok ağabeyle beraber hizmetlere yardımcı olur. 1973 senesinde (kaderin de sevkiyle) İstanbul’a gider. İstanbul’ da Türk Havayolları’nda çalışır.
THY’nin oto sevk şefliğinden 1993 yılında emekli olur. Daha sonra kalp rahatsızlığı sebebiyle memleketi Konya’ya yerleşir. Orada hizmetlerine devam etmektedir. Evi bir irfan mektebi gibi sürekli gelip giden ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. İki kız, iki oğlan dört çocuk babasıdır.
İsmail Ambarlı'nın hiçbir yerde yayınlanmamış nostaljik fotoğrafları için TIKLAYINIZ
BEDİÜZZAMAN ALEYHTARI HABERLER MERAKIMI CELBETTİ
Risale-i Nur’la ilk defa nasıl tanıştınız?
Okumaya karşı çocukluğumdan beri aşk derecesinde bir sevgi olduğu için adeta elime ne geçse okuyordum. Kendi dönemimde yayınlanmış tüm roman ve hikâyeleri okumak nasip oldu. Hatta okuyacak kitap bulamadığımdan ve okuma ihtiyacımı tatmin edecek bir ortam bulamadığımdan ötürü ömrümün en zor geçen dönemi diye nitelendiririm askerliğimi. Bu duygu tamamen fıtratıma derç olmuş, kendimi alamadığım bir hal... Sadece Victor Hugo’nun sefiller romanını 4 kez okumuştum. Böyle bir okuma hevesi olunca insan sürekli bir arayışın içinde oluyor. Sanki çöldesin de suyu arıyorsun gibi…
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ismini de ilk olarak yine okumak için aldığım bir gazeteden öğrenmiştim. İsmet İnönü Bediüzzaman’ın çok fazla aleyhinde olduğu için, birçok defa bu iki isimle alakalı yazılar, haberler yayınlanıyordu gazetelerde. Halk içinde İsmet İnönü’ye karşı yaptığı politikalar yüzünden inceden inceye bir tepki oluşmuştu. Aynı duyguyu ben de hissediyordum. Yani sanki “İnönü ne diyorsa, aksi doğrudur” gibi hissediyordum. “Demek ki” dedim “Bediüzzaman çok iyi bir insan.” Aynı zamanda gazetelere basılan Bediüzzaman fotoğraflarını da dikkatle incelediğimde, o meşhur kisvesi çok hoşuma gidiyor, bu fotoğraflar bana çok tesir ediyordu. Bunun üzerine kitapçılara gittim ve Risale-i Nur’u sordum, öğrendim.
O sıralar nakliye işiyle uğraşırken, birkaç işçiyle beraber Üstad’ın kaldığı Beyrut Palas Oteli’nin yanındaki lokantaya kömür götürdük. Ankara’da Beyrut Palas’ın önünde büyük bir kalabalığın ve polis memurlarının olduğunu görünce merak ettim. O zamana kadar tanımıyordum baktım biri Üstadın koluna girmiş (daha sonra öğrendiğim üzere Hasan Okur idi) kalabalığın içinde yürümeye çalışıyorlar. Ben Bediüzzaman’ı görünce hemen tanıdım. Gazetelerde resmini görmüştüm. Ve hemen arabadan indim.
(Üstadla göz göze geldiğimiz an)
Üstad’ı tanıyana kadar bir külhanbeyi yürüyüşü vardı bende. Kimseden çekinmeden, korkmadan yürüyen, sert bakışlı bir insandım. Sanki yirmi kişiyle kavgaya da girsem bana bir şey olmaz edasında yürüyordum. Üstad’a o şekilde yanaştım ve göz göze geldik. Üstad mütebessim bir çehreyle yüzüme baktı ve ben o Zat’ın ruhumu okuduğunu hissettim. O zamana kadar hayatımın içinde edebe ters düşecek bazı haller mevcut olduğu için, sanki Üstad onları da gördü gibi hissederek yüzüm kıpkırmızı kesildi. Üstad’ın yüzümün o halini görmesini de istemedim, fakat aynı anda bütün kirlerimden arındığımı, bütün yüklerden kurtulduğumu hissetmeye başlayarak rahatladım.
MENDERES: BEDİÜZZAMAN’IN ELLERİNDEN ÖPERİM
Üstad arabasına bindi ve ayrıldı oradan. Meğer Bediüzzaman o sıralarda Menderes’le görüşmek istiyormuş. “Milliyetçilerle, solcular ittifak ederek ihtilal yapacaklar, İslam kahramanı Menderes’i iktidardan düşürecekler. Tedbir alınsın” diye uyarmak amacı ile. Tahsin Tola ağabey devreye girmesine rağmen Menderes’le görüşme imkânı bulamamış. Menderes’ten sadece şu yanıt gelmiş: “Hoca efendiye selamlarımı iletin. Ellerinden öperim. Şu anda şartlar müsait değil ileride müsait olacak o zaman görüşürüz.”
Bu noktada şu hissiyatımı belirtmek isterim. Sanki Allahu Teala o gün bazı kullarını yanına alarak Demokrat Parti’yi duasız bırakmıştır. Mesela o yıllarda 26 Şubat’ta Konya’da Hacı Veyiszade vefat etti. 23 Mart’ta da Üstad Hazretleri vefat etti. Böylece Parti manevi anlamda isnatsız kaldı, duasız kaldı ve zaten 27 Mayıs’ta da ihtilal gerçekleşti.
Üstad’ı gördükten sonraki gün Ulus’a gittim. Hacı Bayram’a girerken, oradaki kitapçıdan üç eser satın aldım. Demokrat Parti iktidarda olduğu için dini eserler serbest olarak satılıyordu. İhlas Risalesi, İman Hakikatleri ve Meyve Risalesi… Bunlardan ilk olarak İhlas Risalesini okumaya başladım. Bana en çok tesir eden cümle İhlas Risalesinin en başında bulunan “Bu lem'a laakal her on beş günde bir defa okunmalı” sözü oldu. Tuhafıma gitti. “Bu da bir tefsir işte” dedim. “Neden on beş günde bir okunmalı?” diye sormuştum kendime.
Fakat ertesi gün Cuma namazına gitmiştim. Hocanın vaazındaki bir cümleye kafayı taktım. Namaz bitip de cemaat dağılınca hocanın yanına gittim. Cebimden İhlas Risalesini çıkararak: “Hocam, bu eser okunmadan bu mesele halledilmez” dedim. Hoca bana bir şey sormadan kitabı alıp baktı ve Bediüzzaman ismini görünce, “Maşaallah” dedi. “Çok memnun oldum. Hangilerini okudun?” diye sordu. Bu olayla anladım ki, daha çok eserleri var Bediüzzaman’ın. Zaten okumak benim en büyük tutkum. Böylelikle diğer eserleri de temin ettim ve okudum.
ASIL HAPİS ÜSTAD’IN VEFAT TÖRENİNE GİDEMEMEKTİ
Ulus’taki dershane Murat lokantasının üstünde olduğu için, dershane de, lokanta da daha önce basılmış. Dershane bu sebeple kapatılmış. Ben bunu bilmediğimden Murat lokantasının üstündeki dershaneye gittim, fakat polisler etrafı tuttuğu için beni görünce yakaladılar. Said Özdemir ağabeyi ve bizleri nezarete attılar. 1960’lı yıllar… Tam da Üstad’ın vefat zamanı... Nezarette olduğumuz için Üstad’ın vefat törenine gidemiyoruz. İşte o zaman hapishane gerçekten hapishane olmuştu. Üstad’ın kabrine gidememek, namazını kılamamak çok acı vermişti, beni ağlatmıştı.
Bizi serbest bıraktıklarında hemen Urfa’ya gittik. Orada bazı ağabeylerle görüştük. Abdullah Yeğin ağabey, Abdülkadir Badıllı ağabey, Zübeyir ağabey vs... Hepsi oradaydı. Bazı ağabeyler de cenazeden sonra gitmişlerdi. Üstad vefat edince geride 40 bin lira gibi bir parası kalmış. Bu paranın ne olacağı hususunda Zübeyir ağabey, diğer ağabeylerle istişarede bulunmuş. Bu istişareden çıkan sonuca göre hareket ederek, bu kırk bin lirayı büyük bir ağabey olduğu için Hüsrev Altınbaşak ağabeye göndermiş.
Hüsrev ağabey bu parayı bir kişiye verip Suriye’ye göndermiş. Suriye’den divit ve hokka getirtip, Risale-i Nurları elle yazmaya ve yazdırmaya devam etmiş. 1961 yılından sonra Hüsrev ağabey latin harfleriyle basılmış olan Risale-i Nur eserlerinin maalesefki imha edilmesini söylemiş. Ve herkesin camlı sehpa üzerinde istediği bir bölümü el yazısıyla kopya etmesini istemiş. Hüsrev Ağabeyin Risale-i Nurları elle yazmak hususunda gösterdiği bu çabanın sebebi de şudur. Hüsrev ağabey diyordu ki: “Allah yazılan her bir Osmanlıca harf için bir melek ihya edecek, arşta ehli imanla, ehli küfür arasındaki mücadelede bu melekler gidip yardım edecek. Ve arşta kim galip olursa yeryüzünde de hâkimiyet onun olacaktır.”
BAYRAM YÜKSEL AĞABEYİN BAYILMASI
Urfa'da kabri ziyaret ettikten sonra Ankara’ya geri döndük. İçişleri Bakanı Namık Gedik İnönü’nün zorlamasıyla Urfa’daki karakolları sıkıştırmaya başladı. Urfa’da yerli olmayan hiçbir nur talebesi kalmayacak diye… Bayram Yüksel ağabeyin de bileti alınmış zaten geri dönecek. Fakat kabrin başına gidip Yasin okumaya başlamış. Ezberden okuyor, zaten beş dakika sürecek. Fakat bir polis yanına gelip “hadi gideceksin” demiş. Bayram Ağabey Yasin’in sonuna kadar okuyamadığı için çok üzülmüş. Böyle yaka paça Üstadından ayırmaları çok zoruna gitmiş ve üzüntüsünden bayılmış. “Üstadım beni affet” diye diye gitmiş Adana’ya.
Bayram ağabey Adana’da bir ağabeyle görüştükten sonra Denizli’ye gitmiş. Kardeşiyle ortaklaşa bir iş kurmuş ve bir sene Denizli’de çalışmış. Ardından Karabük’e gitmiş ve orada camcılık yapmaya başlamış.
Üstad’ın vefatından sonra bütün ağabeyleri bir yerlere gönderdi hükümet. Dağıtıldılar yani. O sıralarda hatırladığım kadarıyla Zübeyir ağabey 25 gün kadar Ermenek’e gelmiş. O kadar titiz bir ağabey ki, kardeşi Haydar ağabey evleneceği zaman Üstad’dan 3 gün izin almış. Bir günü yolda gidiyor. İkinci gün de düğün bir sebepten ötürü erteleniyor. Bunun üzerine Zübeyir ağabey akşam olduğunda “ben gidiyorum” diyerek, araba bulamadığı için, yürüyerek şehre kadar geliyor. Verdiği söze böyle sadık bir insan… Zübeyir ağabeyin Üstad’ın vefatından sonra Ermenek’e gelmesi şu açıdan önemlidir; Zübeyir ağabey o 25 günlük dönemde oldukça derin bir tefekkür yapmış. Bundan sonraki hizmetler, talebeler vs hakkında günlerce düşünmüş.
Üstad vefat edince, kendi iç âlemimde büyük bir boşluk hissetmeye başlamıştım. Acaba bundan sonra ne olacak gibi… Fakat sanki Cenab-ı Hak Üstad’dan kalan boşluğu doldurma vazifesini Zübeyir ağabeyin omuzlarına yüklemiş gibiydi. Bayram ağabeyi Karabük’den alıp getiriyor o zaman. Bayram ağabeye diyor ki: “Kardaşım, Üstadımız bize dünyalık bir işyeri açalım diye mi ders verdi? Dünya için mi bu kadar çile çekti?” Böylece Bayram ağabeyi Ankara’ya getirtiyor. Bayram ağabeyin benim hayatımda oldukça önemli bir yeri vardır doğrusu. Birçok hatırayı, hizmetleri ondan öğrenmiştim. Allah rahmet eylesin.
ÜSTAD’IN ARABASIYLA AVUKATLARI GÖTÜRÜP GETİRİYORDUM
Siz Ankara’da ne yaptınız o dönem?
Ben Said Özdemir ağabeyle beraber kalıyordum. Ankara’da o dönem bir tane dershane vardı. Daha sonra 27 numaralı dershane açıldı. Said ağabeyle beraber bu iki dershane arasında gider gelirdik. 27 numaralı dershanede çok kalan olmazdı. Genellikle Bayram ağabey geldiğinde kalırdı. Bazen Zübeyir ağabey gelip kalırdı. Said ağabeyin yanında kalma sebebime gelince; Üstad’ın arabası Said ağabeydeydi. Ben o arabayı ara sıra kullanıyordum. Avukatları götürüp getiriyordum, bakımını yapıyordum. Bir de Fiat marka bir minübüs daha vardı Said ağabeyin tedarik ettiği. O arabayı da ben kullanıyordum. Üzerinde: “Ankara-Kırıkkale” yazıyordu. Tek bir tane telefonumuz vardı. O da Said ağabeyin yanındaydı. Diğer illerden istenen kitapları bu minibüsle götürüyorduk. Bazıları telefonla, bazıları da postayla istiyordu risaleleri.
HAPİSHANEDE PRANGAYA VURDULAR
Risale-i Nurlar sebebiyle hapse girdiniz mi hiç?
Evet. 1966 senesinde Konya’da hapse girmiştik. Zaten ilk hapsim Konya’ydı. O zaman Ömer Çiçek de vardı yanımızda, fakat yaşından ötürü çocuk koğuşunda kalmıştı. Halil Uslu, Osman Yazıcı, Mehmet Ali, Mehmet Gürbüz, Said Gecegezen, Mustafa Özsoy ağabeyler ve daha birçok ağabeylerle birlikte dört ay kadar hapis yattık. Bazı ağabeyler daha uzun süre kaldı.
Hapishanedeyken beni prangaya vurdular. Diğerlerinden farklı olarak, daha doğrusu ayrı bir zulüm olarak hücrede kaldım. Günde iki defa yarımşar saat olmak üzere dışarı çıkma hakkım oluyordu. Bir gardiyanın eşliğinde oluyordu bu çıkışlar. Onun dışında yirmi dört saat hücrede kalıyordum. Bir defasında onsekiz yaşın altında olduğu için çocuk koğuşunda kalan Ömer Çiçek beni görmüş. Yanıma gelmişti. Sohbet etmiştik. Said ağabeye de prangaya vurmuşlardı. Kış aylarında, oldukça soğuk bir zamanda yattık hapiste.
Hapisten çıktıktan sonra ne yaptınız?
Artık işi gücü bıraktım. Sadece Risale-i Nur hizmetlerine koşmaya başladım. Bir arabam vardı. Onu bir şoföre vermiştim. O çalışıyordu arabamda. Böylece geçimimi sağlıyordum. Genellikle Ankara’da kalıyordum. Fakat lazım olduğu zaman diğer illeri de sık sık geziyordum.
ÜSTAD, BİR DERSHANE AÇILDIĞINDA ÖYLE MUTLU OLURMUŞ Kİ
Mardin Midyat’taki ilk dershaneyi siz açmışsınız...
Aziz Üstad Emirdağ Lahikasında: “Müfritane irtibat” diyor. Bu düstur benim hayatımda çok önemli bir yere sahiptir. Konya’ya gelişimin sebebi de hep bu müfritane irtibattan kaynaklanır. Bu sebeple bir yerden bir yere giderken, her zaman aynı yollardan gitmezdim. Farklı illere, ilçelere veya köylere de uğramak için. Mardin’e de 1968 yılında gittim. Oradan Midyat’a geçtim. Risale-i Nur talebesi sıfatıyla dolaşıyordum.
Baktım ki Midyat’ta dershane yok, ev ev dolaşarak ders yapıyoruz. Kitapçı Nuri vardı ki hala vardır. Terzi Selahaddin’le birlikte oraya gittik. Yemek yedik, evinde kaldık. Dersler yaptık. Halk bu dersleri çok sevmişti ve devamını istemişti. Allah kendisinden razı olsun, Numan kardeş vardı. Molla Hilmi ağabey vardı. PTT müdürü Abdülkadir Güzel ağabey vardı. Ders esnasında dedim ki o kardeşlere: “Aziz Üstad, bir dershane açıldığında öyle mutlu olurmuş ki, özel dua edermiş emeği geçenlere. Estel’in havası da çok güzeldir. Gelin bu Midyat - Estel’de bir dershane açalım.”
Bazıları pek sıcak bakmadı. “Kimse gelmez” falan diye. Ben de dedim ki: “Tamam o zaman adresim şudur, siz burada dershaneyi açın sonra da bana haber verin. Ben dershaneye geleceğim.” Midyat’tan bir telgraf geldi: “Midyat’ta bir dershane açtık, bazı eşyaları da döşedik. Fakat sen olmadığın için açılışı yapamadık” diye.
OĞLUMUN DOĞUMU DERSHANE AÇILIŞI İLE ÇAKIŞINCA…
Aman Yarabbi dedim. Bir dershane açılacak, fakat beni bekliyorlar. Hasan Hüseyin adındaki oğlum da doğmak üzere… Kaderin bir imtihanı işte… Bir yandan dershane açılışı, diğer tarafta çok yakın olan bir doğum… O zaman Risale-i Nurlara dost olan, çok samimi Zühre adında bir abla vardı. O ablanın yanına gidip: “Zühre abla” dedim. “Sen gel bizde kal, biliyorsun çocuk doğacak. Benim gitmem lazım. Eğer erkek olursa adını Hasan Hüseyin koyarsınız.” Burada erkek-kız ayrımı yaptığım için değildi bu isteğim. İçimden öyle gelmişti. Hatta ben Betül adındaki kız evladımı daha çok severim. Çünkü Risale-i Nur hizmetlerine diğerlerinden daha çok koşturur. Allah Resulü (asm) kızı Fatıma’yı nasıl sevdiyse, ben de evlatlarımı hiç ayırt etmeden severim.
Zühre abla “Tamam” deyince ben Midyat’a gittim. O gece oğlum doğmuş. Adını Hasan Hüseyin koymuşlar. Üstad’ın hayattayken yaptığı tavsiye sebebiyle bol bol sekine okudum. Ancak bir sene sonra oğlumu kucağıma almak nasip olmuştu. O bir yıl içinde Midyat’ ta hizmetlere koşturduk.
Midyat halkına gelince; belki birçoğunun Risale-i Nurdan haberi yoktu. Bazıları Risale-i Nur’u uzaktan bilirdi. Fakat onlarda sahabe ahlakı vardı. İlmi olarak sorsan sana sahabenin ne olduğunu, nasıl yaşadığını belki anlatamaz, fakat fıtri olarak çoğunluğu tıpkı onlar gibi hareket ediyorlardı.
MİLLİ BİRLİK DEĞİL “MİLLİ NİFAK”
27 Mayıs ihtilalini de yaşadınız?
Allah düşmanıma dahi 27 Mayıs gibi bir melanet, bir ihtilal vermesin. Hiçbir ülkeye böyle bir olay yaşasınlar diye beddua edemem. Bu kadar dehşetli, bu kadar kötü yani 27 Mayıs ihtilali. 38 tane Milli Birlik üyesi insan vardı. Ben onlara “Milli Nifak” diyorum. Hepsi asker. Bu insanlar birleşiyor ve darbe yapmaya karar veriyorlar. Cemal Gürsel cumhurbaşkanı olmuştu o dönem. Alparslan Türkeş gibi bazı milliyetçiler, Marksistler falan ittifak ederek Menderes hükümetini yıktılar. Onların gözünde Nurcuların haşa bazı kusurları vardı. Biri Üstad’ın Denizli, Eskişehir, Afyon olmak üzere 3 kez idamla yargılanmasıdır. Fakat beraat etmiştir. Muhakeme edilmesi onlara göre bir kusurdu.
Bu 38 kişi Aziz Üstadın kabrini hazmedemeyen kin dolu, gayz dolu insanlar. Abdülmecid Nursi ağabeyi yanlarına alarak Urfa’ya gidiyorlar ve kabrini meçhul bir yere götürüyorlar. Ehl-i iman bir zatın kabrinin ziyaret edilmesini bile hazmedemeyen zavallı insanlar bunlar.
Onların nazarında Nurcuların diğer bir kusuru da Lahikalardan ötürü, Demokrat Parti’yi desteklemeleriydi. Bu sebeple askeri gurup asla, gerçek manada demokrat olamamıştır.
ABDÜLMECİD NURSİ’YE KABİR OLAYINI SORDUĞUMUZDA…
Abdülmecid Nursi ağabeyle de beraber oldunuz sanırım biraz da onu anlatır mısınız?
Abdülmecid Nursi ağabey Arapçayı çok iyi bilen bir insandı. Arapça metin yazmak kolaydır, fakat Arapça şiir yazmak oldukça zor bir iştir. Abdülmecid ağabey Arapça şiirler yazardı. Ona Bediüzzaman’ın kabriyle alakalı sorular sorulduğu zaman ya kalkıp giderdi, ya da cevap vermeden: “Sen hoş geldin” kardeşim diyordu. Çok sık görüşmüyorduk zaten, fakat ara sıra dershaneye gelirdi. Mustafa Özsoy ağabeye Arapça ders veriyordu.
ZÜBEYİR GÜNDÜZALP’TEN GAZETE TAVSİYESİ
Zülfikar gazetesinin imtiyaz sahipliğini yapmıştınız. Zülfikar gazetesini yayınlama fikri nasıl oluştu?
27 Mayıs İhtilali’nde İstanbul’dan, Erzurum’a kadar bir çok alim zat hapis yattı. Temerkuz kamplarına getirildiler. İtalya’nın Libya’da Müslümanları bir yere yığdığı gibi kamplardı bunlar. 38 tane milli birlik üyesi vardı. Bir de Hükümetin Bakan azaları vardı içlerinde. Toplamda 60 kişiyi geçiyor. O zaman ülkede sadece bir tane tv kanalı vardı. Bir de birkaç tane gazete var. Fakat sağcıları, nurcuları destekleyen, onların yanında olan çok az yayın gurubu var.
Bir gün Said ağabey gelip dedi ki: “Üstad’ın dediği gibi: “Batılı iyice tasvir safi zihinleri idlal eder. Bu adamların her biri sanki sıraya girmiş gibi her gün her saat radyodan, televizyondan, gazetelerden yayın yapıyorlar. Hepsi de Üstad’ın aleyhinde konuşuyor. Üstad’ın vefatından da iki sene geçmiş. Kabrini meçhule götürmüşler, gene de Üstad’ı, nurcuları karalamaktan vazgeçmiyorlar. Bizler insanlara doğruyu anlatmakla mesuluz, anlatmalıyız da, ama herkesin kapısını çalıp gerçek şudur diyecek halimiz yok. O zaman ne yapalım bir gazete çıkaralım” dedik. Fakat ülke fakir, biz fakiriz. Doğru dürüst kimsenin arabası yok. Kiralamaya bile maddi imkân yok. Neyse dedik teşebbüs edelim Allah bize yardım eder.
O dönem Zübeyir ağabey Eskişehir’de kalıyordu. Said Özdemir ağabeyle birlikte yanına gittik. Gazete çıkarma fikrimizi beyan ettik. Zübeyir ağabey bize hak verdi ve Üstad’ın sözlerinin de anımsayarak: “Hizmetin bir kısmı da matbuat lisanıyla olur” dedi. “Fakat matbuatın bazı tehlikeleri de vardır” diye ekledi. Gazete çıkarırken, mali meselelerden tutun yazarlarına kadar, sahibine kadar düşünmek lazım geldiğini falan söyledi.
“Gazete çıkarıyorsak umuma hitap etmeli, madem Kur'an bütün insanlığa hitap ediyor, Risale-i Nur’da bütün Müslümanlığa hakikatleri neşrettiği için bizim gazetemiz de böyle olmalı. Bizim meslek ve meşrebimize uymayan kimselerle uğraşmak bizim vazifemiz olmamalı. Dünyadaki diğer hizmetleri, İslam dünyasıyla alakalı olayları, kişileri tenkit edecek haberlere yer vermemeliyiz. O ülkelerdeki kardeşlerin hizmet şevki kırılabilir” diyerek de gazetenin ne şekilde olacağını anlattı.
Yani kişilere cevap verme şeklinde değil, gündemdeki konuya uygun yazılarla, haberlerle yayın yapmamız gerektiğini söylüyordu. “Okuyan kişi zaten cevabını alır” diyordu. Salih Özcan’ın evinde de bunları on sekiz madde halinde söylemişti.
Bakın o konuşmalarda Zübeyir ağabey’in söylediklerinden aklımda kalanlar şunlar: “Çıkaracağımız gazetenin elemanları akılları iğfal etmeyecek, hürriyetperverliğin dışına çıkmayacak kimseler olmalıdır. Hürriyet Allah’ın Rahman isminin atiyesidir. İmanın da bir nişanıdır. Halk Partisinin karşısında duran, Adalet Partisini destekleyen, fakat yanlışlarını da belirten bir gazete olacak, fakat siyasi olarak değil Risale-i Nur hakikatlerini neşredecek bir tarzı olmalı.”
BEDİÜZZAMAN’IN FOTOĞRAFINI GAZETEYE BASTIĞIMIZ İÇİN EMNİYETE ÇAĞRILDIK
Said ağabey bütün bunları yapmaya çalışacağını belirttikten sonra Ankara’ya geldik. Altı ay gazete çıktıktan sonra ilan ve reklam alabiliyorsun. Altı ay cepten harcayacaksın. Fakat biz de o para yok. İrşad gazetesini çıkardık. 10 sayı devam etti. Daha sonra İhlâs gazetesini çıkarmaya başladık. Ben orada genel sekreter oldum. Ankara’da her yere koşturuyorduk. Dokuzuncu sayıda Üstad’ın Fatih camiinin avlusunda dua ederken çekilmiş olan fotoğrafını yayınladık. Bunun üzerine emniyete çağrıldık. Emniyet müdürü hepimizi tanıyordu. Said ağabey kardeşlik, birlik, beraberlik gibi konuları anlattı. Fakat emniyet müdürü bizi hala irticacı diye nitelendiriyor. Nezaretten çıktık ve on gün gazeteyi kapatma cezası yedik.
Daha sonra Hutbe-i Şamiye’deki: “Ey Âlem-i İslam uyan! Kur’an’a sarıl. Maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol” cümlesini manşete koyduk. Bunun üzerine Ankara’nın İdari kumandanı olan Cemal Turhal süresiz olarak yeniden kapattı gazeteyi. İhtilal nedeniyle bu tür uygulamalardan dolayı mahkemeye de gidemiyordunuz. Kafasına göre kapatıp, açıyorlardı basın organlarını.
Sadece Cemal Tural değil, Faruk Güventürk vardı Kayseri’de. Özellikle Camilerin önünde duruyordu. Camiden takkeyle çıkan kişileri, elinde tesbih olan müslümanları yakalayıp, hapse gönderiyordu. Bu adam Anakara diyanetine emir vermiş. O zaman Ankara Diyanet’in başında da Tevfik Gerçeker adında abdestsiz namazsız bir adam bulunuyor. O adam Said Özdemir ağabeyi İzmir Çeşme'ye müftü olarak sürdü. Çeşme’yi bilirsiniz Türkiye’nin en ucunda bir yer… Daha ilerisi Yunan adaları…
Biz Said Ağabeyle beraber İzmir Çeşme’ye gittik. Orada birkaç ay hizmetlerde bulunduk. Gazete çıkarma çalışmalarına başladık yeniden. Namazgâh semtinde bir dershane tuttuk. Orada Üstad hayattayken ziyaretinde bulunmuş olan Mustafa Birlik’in bize çok yardımları dokundu. Rüştü Çakın, Mustafa Sungur, Ahmet Fevzi Kul, Mustafa Eziner ağabeyler İzmir’e geldiler. Hüseyin Çağadır, Ali Gürbüz, Muzaffer Deligöz hepsi gazete için toplandılar. Gazetedeki görevleri paylaştık ve isim aramaya başladık.
ZÜLFİKAR İSMİNİ AHMET FEVZİ KUL AĞABEY KOYDU
İlk öneri Ahmet Fevzi Kul ağabeyden geldi. Adı “Zülfikar” olsun dedi. Bazı ağabeyler dedi ki: “Zülfikar Hz. Ali’nin kılıcının adıdır.” Bunun üzerine Ahmet Fevzi ağabey: “Ne demek” dedi. “Üstadımızın Zülfikar risalesine bakın. Serapa İmandır. Bununla Hz. Ali’nin kılıcı arasında münasebet kurmanın ne âlemi var ki? Hem Risale-i Nurlar da küfrü manen kırıyor.” Böyle söyleyince kabul edildi ve adı Zülfikar oldu. İmtiyaz sahibi olarak da beni layık gördüler. O şartlarda İmtiyaz sahipliği oldukça ağır bir sorumluluktu. Fakat ben fıtraten hizmet olsun da ne olursa olsun diyorum. Ne üzüldüm, ne de sevindim. Sonuçta hizmet…
Zülfikar gazetesi de Kaderin bir cilvesi olarak 10 sayı çıktı. Fakat biz daha ilk sayıda oldukça dikkat çekici bir manşet atmıştık. O sıralarda Faruk Güventürk’ün Nurcular hakkında olumsuz beyanları vardı. Buna cevap olarak Yazı İşleri Müdürü Muzaffer Deligöz manşete şunu yazmıştı: “Sen şerefli Türk ordusunun bir Paşa’sı değil, Moskof uşağının bir maşası olursun” diye. Bunun üzerine daha ilk sayıdan takibe alındık. Mahkemeler oldu, fakat beraat ettik.
ZÜBEYİR AĞABEY NEDEN GAZETE DAĞITTI
Biz üçüncü sayıya kadar her defasında beş yüz adet olmak üzere, İstanbul’a gazete göndermiştik. İstanbul’daki Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci ve Bekir Berk ağabeyler karar almışlar. Bir gün baktık ki, bin beş yüz adet gazete İstanbul’dan iade edilmiş. Fakat biz adeta yıkıldık. Çünkü en büyük traj İstanbul’dan sağlanıyordu. Aman Ya Rabbi! Belimiz kırıldı. Bunun üzerine Said ağabeyle, Zübeyir ağabey telefonda görüştü. “Maddi olarak biz bu işin içinden çıkamayız. Neden geri gönderildi gazete?” diye.
Fakat Zübeyir ağabeyin bu iadelerden haberi yokmuş. Zübeyir ağabey Said ağabeye: “Siz bundan sonraki sayıları benim adresime gönderin” dedi. O zaman Kirazlı Mescit’in üstünde oturuyordu Zübeyir ağabey. Biz dördüncü sayıdan sonrasını o adrese gönderdik. Şimdi herkes anlatıyor Zübeyir ağabey gazete satmış diye. O büyük ağabeyin gazete satmasının sebebi bu iadeler olmuştur. Zaten Zübeyir ağabey gazeteleri satmaya başlayınca, artık kimse iade etmedi.
Zübeyir ağabey gazeteler eline ulaşınca, her defasında farklı bir semte giderek satmış gazeteleri. Sokaklarda, cami çıkışlarında: “İslami gazete, imanın ve İslamın sesi, yirmi beş kuruş” diyerek bağırırmış. Üstad’ın en çok ehemmiyet verdiği, aziz talebe Zübeyir ağabey… Adeta zulümatın kalkmasına, ağabeylerin bir araya toplanmasına ve meşveret usulünün yerleşmesine vesile olan Zübeyir ağabey, hiç gocunmuyor, sokak sokak gazete satıyor.
Fakat dağıtım olayı gerçekleşmedi yine de çünkü Zübeyir ağabey diğer haftalarda da gazete satmıştı. Daha sonra altıncı sayıyı çıkardık. O zaman derin devlet tarafında Tuhfetü'r-Reddiye adında bir mecmua yayınlanmış ve bu mecmua bütün Nur talebelerinin evine gönderilmişti. Mustafa Sabri adında Nurlara oldukça hürmeti olan bir zatın adıyla yazılar yazılarak yapılan bir düzmece… Güya Nurcuları, Bediüzzaman’ı kötüleyen hayali şeyler hepsi… Fakat Bekir Berk ağabey bu olayın üstünde titizlikle durdu ve Irak’a kadar gitti. Mustafa Sabri’nin oğluyla röportaj yaptı. Babasının asla böyle beyanlar vermediğini, aksine babasının Bediüzzaman’a çok saygı duyduğunu anlatan bir yazı hazırladı ve Zülfikar’da yayınlattı. Tuhfetü'r-Reddiye'ye karşı yazılan bu yazılar sayesinde hepsinin yalanı ortaya çıktı ve o mecmuayı hazırlayanlar perişan oldu…
Biz daha sonra bir broşür bastırdık. “Tuhfetü'r-Reddiye'ye cevap” diye. Nasıl olmuşsa emniyetin bu olaydan haberi olmuş. O sırada Zübeyir ağabey iki kişiyi, Mehmet Kutlular ve Mehmet Emin Birinci ağabeyi İzmir’e göndermişti. Bütün eşyaları arabaya yükledik. Ben arabayı kullandım ve İstanbul’a götürdük bütün gazete teçhizatını. Polisler izimizi bulamadılar ve biz Kirazlı Mescide gittik. Çok uykusuz ve yorgun olduğum için, Zübeyir ağabey bana: “Sen git dinlen” dedi.
Anahtarı Hakkı adında bir kardeşe vermiştim. Daha sonra arabayla birlikte bütün malzemeleri bir yere götürüp yerleştirmişler. Daha sonra Tuhfetü'r-Reddiye cevap broşürlerini tek tek bütün öğretim üyelerine postaladık. Said ağabey İzmir’den Ankara’ya döndüğü için, Ankara’nın girişinde yakalamışlardı. Hapse girmişti. Dershanenin idaresinde bir boşluk meydana geldiği için ben İstanbul’dan ayrıldım ve Ankara’ya geldim. 27 Numaralı dershanede kitap basımı olmuyordu. Ben diğer dershanede bu işle uğraştım. Abidinpaşa’da evim vardı, eşim, çocuklarım orada kalıyordu daima. Ben de ara sıra gidip ziyaretlerinde bulunuyordum.
İTTİHAD GAZETESİ BEN HAPİSTE İKEN BASILMIŞTI
Daha sonra çıkan gazetelerle bir alakanız oldu mu?
Hayır olmadı. Çünkü ben 1967 senesinde Mersin hapishanesindeydim. Bütün ağabeyler de benimle beraberdi. Said ağabey, Zübeyir ağabey, Mustafa Sungur, Mustafa Türkmenoğlu, Şerafettin Kartal… Hepsi oradaydı. İttihat gazetesi o dönem çıkmıştı. Bizim hapishaneye de 20 tane istemiştim. İttihat ilk olarak elimize ulaştığında çok sevinmiştik. Herkese dağıtıyordum gazeteleri.
Salih Özcan’ın evinde yapılan meşverete dönersek, orada konuşulanlar ve gelen ağabeyler hakkında neler söylersiniz?
1966 yılından önce Mehmet Şevket Eygi Sabah ve Bugün adında iki gazete birden çıkarıyordu. İlk İslami gazete olduğu için İnsanlar çok teveccüh ediyor, çok ilgi gösteriyordu. Mehmet Şevket Eygi gazetede bazı ilanlar veriyordu. Bütün İslam âlemine seslenerek: “Kardeşlerim! İstanbul’da falanca gün, falanca camilerde sabah namazını hep beraber kılalım” gibi. Tabii herkes bu ilanı dikkate alarak camilere koşuyordu. Bu cemaatin içinde her türlü insan oluyordu. Kimi cübbeli, sarıklı, kimi tarikat ehli falan…
Zaman içinde bu ilanlara olan ilgi öyle arttı ki, artık insanlar camilerden dışarı taşmaya başladı. Bu durum devlet kademesindeki bazı insanların rahatsızlığını celp etti. Bunun üzerine Zübeyir ağabey Ankara’ya geldi ve diğer büyük ağabeyleri Salih Özcan’ı davet etti. Büyük ve kapsamlı bir meşveret yapılacaktı. Yer Sincan’da olduğu için 27 numaralı dershanede toplanan herkesi ben arabayla Sincan’a götürdüm. Ahmet Fevzi Kul, Tahiri Mutlu, Bekir Berk, Tahsin Tola, Rüştü Çakın, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Zübeyir Gündüzalp ağabey ve bir kaç kişi daha olmak üzere bu ağabeylerin hepsi gelmişlerdi.
AĞABEYLER GAZETE İÇİN TOPLANDI
Özellikle ağabeylerin bu önemli meşverete çağırılmalarındaki sebep neydi?
O zaman bu gibi meşveretlere sadece Üstad’ı gören, konuşan, onunla hapse giren veya onun hizmetinde bulunmuş kişiler katılabiliyordu. Bu sebeple sadece bu isimler çağırılmıştı meşverete. Bir de Mustafa Eziner gibi Üstad’ın Arapça derslerine katılmış kişiler de katılabiliyordu. Daha sonraları değişti meşveret usulü. Fakat o zaman Ankara’da yapılan bu meşveret için iki ağabeyden özür mesajı gelmişti. Biri Elazığ’dan Hulusi Yahyagil, diğeri Kastamonu’dan Mehmet Fevzi ağabey rahatsızlıklarından ötürü bu meşverete katılamayacaklarını belirtmişlerdi.
Zaten Hulusi ağabey albaylıktan gelme fakat şeriatın kanunlarını çok iyi bilen, kılı kırk yaran bir insandı. Meşveret kanunlarını da çok iyi bildiği için, çoğunluğun kararına uymak zorunluluğunu biliyordu. Bu sebeple “her ne karar alınırsa ben de kabul ediyorum” demişti mesajında.
Salih Özcan’ın evine gittiğimiz zaman bizi kapıda karşıladı Salih Özcan. Bayram ağabey ve Zübeyir ağabeyler arabadan indiklerinde bana dönüp, “Ambarlı Kardeş sen de gel. Kapıda durup dinlersin. Bizim ne zaman geri döneceğimiz belli değil” dediler ve ben de içeri girdim. Gerçekten de toplantı sabah namazı kılındıktan sonra bitti ve ben ağabeyleri sabahın erken saatinde otogara götürdüm.
GAZETE ÇIKARMA KARARI ALINIYOR
Meşveret heyeti toplandı. Saydığım bütün ağabeyler geldi ve açılışı Zübeyir ağabey yaptı. Notları da sekreter olarak Abdullah Yeğin ve Said Özdemir ağabeyler ayrı ayrı tutmaktaydı. Çok dikkatle dinliyordum. Zübeyir ağabey şöyle konuştu:
“Kardaşlarım! Malumunuz Mehmet Şevket Eygi’nin iki gazetesi mevcut. Bu iki gazetenin yaptığı yayınlar, İslamiyet’le alakalı verdiği manşetler Türkiye’deki hizmetlerin önüne takoz koymak gibidir. Çünkü bu tip hareketler belli mihrakları tahrik ediyor. O mihraklar emniyete yükleniyor. Emniyetin ilk muhatap olacağı kişiler de Nur talebeleri oluyor.” Zaten diğer gruplar görünmüyor ortalıkta. Varsa yoksa Nur talebeleri…
Devam etti sözüne:
“Isparta, İstanbul, Samsun ve Ankara gibi merkezlerde yayınlanan bazı broşürler, güne uygun olarak hazırlanıp dağıtılan lahikalar yeterli olmuyor. Bizim Risale-i Nur mizanlarıyla hazırlanmış, diğer hiçbir grupla çarpışmayan, fakat İmana, İslam’a yapılan hücumlara karşı bir cevap niteliğinde hazırlanmış olan, İslami bir gazete çıkarmamız lazım. Benim bu fikrime karşı sizler ne dersiniz?” diye sordu.
Bütün ağabeyler fikirlerini söylediler. Sonuç itibariyle gazete çıkarma fikrine herkes onay verdi. O zaman Milletvekilliği de yapmış olan Tahsin Tola ağabey söz aldı: “Kardeşlerim hayırlı olsun. Bu mübarek ve muazzez cemaat gazete çıkarma konusunda karar aldı. Allah mübarek etsin. Fakat bir siyasetçi gazeteye yaptığı tirajla bakar. Eğer bu cemaat küre-i arz üstündeki en büyük cemaat olma fikrindeyse ilk basım yüz binden başlamalı” dedi.
O zaman Türkiye nüfusu 17 milyondu. Şimdi 80 milyona çıktı nüfusumuz. Kemiyet keyfiyet meselesine sığınanlar da var. Fakat Üstad o kıyası İman hususunda yapıyor. Hayat-ı içtimaiyeye taalluk eden her meselede kemiyet keyfiyet meselesini kendi nefsimize göre şekillendirmek yanlış geliyor bana.
Üstad diyor ki: “Müfessirlerin tefsirlerine hissiyatları karışmıştır.” Nur cemaati içinde de bazı kimselerin hizmete kendi nefislerini karıştırdığını düşünüyorum. Bakın ben bunları söylerken amacım iman hakikatlerini anlatmak. Şahıslara karşı, ehli dalalete karşı bile bir şeyleri ispatlama çabam yok.
Tahsin Tola ağabeyin gazeteyi yüz bin basma teklifine karşı Said ağabey gazetecilik yaptığı için "bu kadar satamayız" gibi bir şeyler söyledi. Fakat sonuçta Salih Özcan’ın "parayı bazı kişiler vasıtasıyla bulurum" demesiyle gazete basma konusu kesinleşti ve para bulma işi ona verildi. Bu toplantının sonucunda on sekiz maddelik bir belge çıktı ortaya.