Montaigne Denemeler'de diyor ki; "Çok az insan, ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Hakikaten, bir dehanın farkedilmesi, hatta küçük bir yeteneğin keşfi, en çok ailesi için zordur. Bu, biraz ona yakınlıktan, yani şiddet-i zuhurundan; biraz da onun pek deha olmadığı/olamadığı anlara da şahit olunduğundandır.
Sevdiğiniz bir yazarı düşünün mesela. Aslında onun neyini seviyorsunuz? Kişiliğini mi? Sohbetini mi? Bence bunların çoğu meçhul size. Siz onu sadece yazdıklarından (ve orada yansıttıklarından) tanıyor ve dolayı seviyorsunuz. Dolayısıyla parçayı seviyorsunuz. Halbuki, pekçok yazarla tanışmış birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim; bir yazarın kalemini beğeniyorsanız, en iyisi onunla tanışmamaktır. Çünkü tanıştığınızda, o hayranı olduğunuz cümleleri taşıyabilecek pek az insan bulursunuz karşınızda.
Kainatın düzeni böyle: Hiçbir dehanın her anı dâhi değildir. Deha bir dengeden ziyade bir yoğunlaşma/ifrat eseridir çünkü. Bir garkolmadır. Kendini ve başka herşeyi o şeyde yitirmektir. Bir yazar ancak cümlelerinde dehadır mesela. Yazarken başkalaşır. Yazmak güzelleştirir onları. Bir fizikçiye baksanız yine öyle. Matematikçiye baksanız yine öyle. Ressama baksanız yine...
Her genellemede bir zulüm var. Ve işte tam da bu yüzden Montaigne haklıdır. Yakınlarının dehayı farkedemeyişi, kıymetini anlayamayışı veya önemsemeyişi, aslında bir görmezden gelmeden değil; her ana şahit oluşun getirdiği bir körleşmeden kaynaklanır. Dehanın, dehalığından haber veren o küçük ayrıntılar, ilgiler, heyecanlar, detaylar; o kadar yığınla anının içinde görünmez bile. Einstein, ailesi için okuldan kaçan çocuktur. Graham Bell, bir türlü dikkatini toplayamayan o yaramazdır. Walt Disney, yazmayı beceremeyen (aslında sevmeyen) bir yumurcaktır. Picasso, yedi rakamının ne olduğunu anlayamayan, amcasının burnu sanan bir tuhaflıktır. Agatha Cristie, okumayı zor öğrenen o aptal kızdır vs... Örnekleri hep Batı'dan vermiş olsam da durumlar böyle.
"Hüdâ ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-simâ ediyor insan-ı himmetperver. Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünemâ buluyor. Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın simasını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayateyne saadet veriyor, dâreyne ziya neşrediyor."
Deha 'sınırlı bir üstünlük/ifrat' olduğundan ve 'ismet'i asla karşılamadığından dehanın hali peygamberin haline benzemez. Ve bir peygamberin çocukluğundan büyüklüğüne yaşadığı/yaşattığı örnekler ile dehanın yaşadığı/yaşattıkları birbirine uymaz. Ben bu noktada 'deha'nın duruşundan çok etkilenmiş akıllarımızın, bu 'etkilenmişliğinden' dolayı peygamberleri 'fazla sade' bulduğunu düşünüyorum. En azından en büyük kerametin istikamet, fıtratın en saf halinin ise ismet olduğunu anlayamamışlar için dehanın karizmatik örnekleri, nebevî mirasın yanında ekmeğin yanına konulmuş çikolatalı pasta gibi görünebilir. (Baksana, koskoca Hz. Peygamber 'barut'u veya 'telefonu' bile keşfedememiş. Cık, cık...)
Fakat bir hatırlatma: İnsan her öğün ekmek yiyebilse de üç öğün pasta yiyemez. Ekmek, ehl-i hikmetin nazarında her zaman pastadan üstündür. Ve eğer hayret verici birşeyler bulmak kemalin tek ölçüsü olacaksa, o zaman peygamberlere, Bediüzzaman'ın önerdiği gibi, daha bütüncül bakılmalıdır:
"Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü'l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?"
Öyle ya, yapabilirler mi? Ampulü keşfetmenin, dinamiti bulmanın, atom bombasını patlatmanın veya ışınlamayı başarmanın peş para etmediği bir alandan bahsediyoruz: İnsan ruhu. Bu bahiste, o karizmatik örneklerimizin tamamı, öğretilerindeki 'insanı ıskalayan' durumla yerleyeksan olabilir. "Dehâ ise, evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor..." Ama peygamberler; insana, ruha, gayba ve hakikate dair yaptıklarıyla bir güneş gibi parlarlar bu ufukta: "Hüdâ ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir."
Başa dönelim. Montaigne şöyle demişti: "Çok az insan, ailesi tarafından 'olağanüstü biri' diye nitelenmiştir." Peygamberleri bu kanundan hariç tutmalı. "Neden?" derseniz, bence peygamber ismetinin, dehanın karizmasından en büyük farklı yine tam buradadır. İsmet, herkesin görmesine daha yakındır.
Bu yüzden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın adı, daha cahiliye döneminde bile, Muhammedü'l-Emin'dir. Başkalığı, Kureyşin ortak fikridir. Hatta bu noktada nübüvvetini ilanının hemen ardından bizzat ailesinin; yani Hz. Hatice annemizin, kızlarının, yeğeni Hz. Ali'nin, evlatlığı Hz. Zeyd b. Harise'nin ve en yakın dostu Hz. Ebu Bekir'in (Allah hepsinden razı olsun) hemen ona tâbi olmasının sırrı da budur: Onun hayatının her anına şahit olanlar, onun aynı zamanda kemalinin de şahitleridir. Eylemi ve söylemi arasında tezat yoktur.
Ben çok insan tanıyorum, etraflarına ışıklar saçıyorlar da diplerini aydınlatamıyorlar. Yani bizzat kendi çocukları, yakınları onlara inanmıyor veya kapılmıyor. En büyük mesafe aynı hanede yaşadıkları insanlarla aralarında duruyor. Bu mesafe nasıl oluşuyor? İşte yine aynı sebepten: Bu iyi insanlar, hayatlarının her anında 'iyi insanlar' değiller. Hayatlarının her anına şahit olanlar da bu insanların derslerinden hissedar olamıyorlar. Çünkü o dersin dışında kalan bütünü de biliyorlar.
Belki evdeki huysuzluğunu biliyorlar. Belki öfkelendiğinde düştüğü insafsızlığı biliyorlar. Bir gaflet anında ağzından çıkan kemsözü hatırlıyorlar. İşin özü: İsmet sahibi olmadıklarını biliyorlar ve hakikatle bu halin imtizacını yapamıyorlar. Ama sen bak Allah Resulünün güzelliğine, ona ilk tâbi olanlar, bizzat hanesinde yaşayanlar, yani her haline şahit olanlar... Sence irşada 'en çok tanıyanlar'ı ile başlayan bir mürşidin ahlakına 'kurgusallık/tasannu' karışabilir mi? Halbuki insan yalan söylese, ona en yakınlar, ilk farkeder.