Geçtiğimiz günlerde, İsmet Özel’in bir konuşmasında Risâle-i Nurlara hakaret ettiği, “İsmet Özel’den Risâle-i Nur’a hakaret” başlığıyla RisaleHaber sitesinde dikkatimi çekti.
Fakir, kırk yıldır Nurları heceleyen biri... Nurculuk, en sıradan ferdi olmakla iftihar ettiği cihanşümul İslâm dâvâsı. Bediüzzaman’ın da, eserlerinin de, şâkirdlerinin de yegâne kıymetleri; İslâmiyet’in inkişaf ve ihyâsına yaptıkları büyük hizmet.
Özel’in haber metninde yer alan , “...ben öteden beri Risale-i Nur okuyan insanlara hayret etmişimdir. Bu kadar kötü bir Türkçeye tahammül ediyorlarsa insanlar, demek ki hiçbir şey anlamamayı peşin olarak kabul etmişler demektir.” ifâdeleri, muharrire başlığı ilhâm etmiş.
Bu ifâdelerde hakaret var mı, yahut şâirin maksadı hakaret etmek midir; ayrı mesele. Mevzua bir kaç twitter mesajı ile müdahil olmamın asıl sebebi, bu tenkîdin Özel’den gelmiş olması. Zirâ, itiraf etmeliyim ki, ruh ve düşünce dünyasında kıymetli bir şeylerin olabileceğine iihtimâl verdiğim İsmet Özel’e ulşmama mâni teşkil eden büyük uçurum; dilinin kötü olması değil, bir dilinin olmaması. Yamalı bohça, demeye şâyân kelime ve “tilcik” harmanı, kötü mü kötü bir dil. İsbatına kendimi mecbur hissettiğim bu dâvâyı izâh için okuma külfetine katlandığım makâle de aramızdaki uçurumu doldurmanın mümkün olmadığını, kat’iyetle gösteriyor.
Özel’in makâlesini tenkîdden önce, Üstad ve Risâle-i Nurlara dâir bir kaç husûsu ifâde etmek isterim.
Öncelikle bilinmesi gerekir ki, Bediüzzaman, Risâle-i Nur ve şâkirdlerinin mümeyyiz kıymetleri: İslâmiyet’e yaptıkları muhteşem hizmet, Kur’an ve Sünnet’in ihyası için gösterdikleri büyük gayrettir. Kur’an ve İslâmiyet’e istinadlarını çekip alırsanız yıkılır, ademe inkılâb ederler. Hakikî kıymet, Kur’an ve Sünnet’indir.
Sonra; Risâle-i Nur da, Üstad da, talebeleri de tenkîdden muaf değiller, edilebilirler. Fakat bu imkân, tenkîd edecek haklı bir şey bulmanızla vücûd bulabilir. Nefsü’l emir itibariyle her insanın bir katl yapması mümkündür. Fakat bu mümkünden hareketle, iihtimâli kat’i sayıp hiç bir insanı cinâyet isnadıyla muhakeme edemez, cezâ ile hapishâneye tıkamazsınız. Tıksanız, zulüm olur. Üstelik de bu mantıkla içeriye alınmayacak tek bir âdem kalmaz; nefsiniz de hükmün istisnası değildir.
Demek mümkünle, hükmedebilmeniz için, vâki olması iktizâ eder. Risâle-i Nur külliyatı herkesin tenkîd ve itirazlarına açıktır. Fakat bu tenkîd ve itirazlar, hak nâmına, hakikati ortaya koyma cehdiyle olmalı. Tahkir veya büyükleri hedef almış zayıf tenkîdlerin alaca karanlığında büyük addolunmak kasdıyla olmamalı.
Şayet Nurlar’ın dilinde, dil ölçüleri içinde “kötü” bir şey varsa, elbet de ifâde edilebilir. Herkes gibi, Özel’in de buna hakkı var. Ancak, tenkîd ettiğiniz husus, sizde çok daha büyük bir kusur olarak mevcûdsa, en azından bu tenkîdin size düşmediğini bileceksiniz. Şöhretli şâirimiz de bunu bilmeliydi.
Özel’in makâlesine gelince... Makâle, “İslâmcılığın eleştirisi” başlığıyla sahneye buyur edilmiş. “Tenkîd” gibi soyu-sopu, tarihçesi ve irfânımızdaki köklü yeri belli bir mefhum yerine “eleştiri” gibi ne idüğü mechûl bir “tilcik”i bayraklaştırarak söze başlayan sevgili şâirimiz, şöyle devam ediyor:
“Osmanlı Devleti''nin yıkılışını geciktirmek ve mümkünse önlemek gayesiyle ortaya atılan görüşlerden sadece biri olan ve Türkiye''de cumhuriyet ilân edildikten sonra yegâne "dissident" (İngiliz dilindeki bu kelimeyi Türkçeye tercüme etmek gerektiğinde "muhalif" kelimesini kullanmaktan başka çaremiz yok.) unsura izafeten zikredilen İslâmcılık dibe vurmaktan sıkça söz edildiği bu günlerde ne durumdadır?”
A güzel insan!.. İngilizce irfânınızdan haber veren “dissident” kelimesini Türkçeye “muhalif” diye tercüme lütfunda bulunduktan sonra “unsur” olarak vasıflandırıyorsunuz. Biraz lugât karıştırsaydınız, doğru ifâdenin “unsur” değil, “mefhum” olduğunu elbet de anlayabilirdiniz. Devam ediyoruz: “...unsura izafeten zikredilen İslâmcılık dibe vurmaktan sıkça söz edildiği bu günlerde ne durumdadır?” Bunun doğru bir ifâde olduğundan emin misiniz? “İslamcılık dibe vurmak” ne demek?
İfâde, iki şekilde doğru olabilirdi: Ya, “İslâmcılığın dibe vurduğundan sıkça söz edildiği...”; ya da ille de sizin kalıbınızı kullanmak gerekecekse, “unsura izafeten zikredilen İslâmcılık -dibe vurmaktan sıkça söz edildiği bu günlerde- ne durumdadır?”
Sonra, İslâmcılığın dibe vurduğunu, kim söylüyor? Bir düşünce adamı, belli iddiaları olan bir dâvâ adamı olarak, neden karanlıklara kılıç sallıyorsunuz? Bu haltı işleyen sefiller veya bu hakikati haykıran kahramanlar kimler? Bilmeye hakkımız yok mu?..
Şâirimiz devam ediyor:
“İslâmcılık havada asılı kalmış bir isimse, acaba ona bir gövde temin edilebilir mi?” Allah Allah! Doğru mu okudum diye bir daha bakıyorum. Evet, böyle söylüyor Türk şiirinin iddialı ismi.
Mirim, “İslâmcılık”a bir gövde arıyorsanız, “İslamcılık” “isim” değil “baş” olarak ifâde edilmeli, değil miydi? Anlaşılmıyorsa, az bir tashihle cümlenin doğrusunu yazalım mı?
“İslâmcılık havada asılı kalmış bir ‘baş ise’, acaba ona bir gövde temin edilebilir mi?”
Belki de muradınız şöyle daha doğru ifâde edilebilirdi:
“İslâmcılık havada asılı kalmış bir mefhum ise, acaba ona bir muhteva temin edilebilir mi?” Cümlenizi bütünüyle tard etmeden maksadınız ancak bu kadar ifâde edilebilir. Daha iyi ifâdeler çok tabiî, ama geçelim. Zirâ, daha çok işimiz var...
“İslâmcılık havada asılı kalmış bir isimse, acaba ona bir gövde temin edilebilir mi? Tam tersine ortaya bir biçimde varlığı inkâr edilemeyen bir gövde, bir gerçeklik ortaya çıkmış ve kendisine hâlâ bir ad yakıştırılamamışsa, buna İslâmcılık demek ne bakımdan uygun olur? Hangi gerçekliktir ki biz ona İslâmcılık dediğimiz zaman başkaları da onu ismiyle müsemma diye karşılaya?”
Ne diyeyim sevgili İsmet? Neresinden başlayayım, neresini düzelteyim? Suali yanlışın üstüne kurunca, ister istemez cevaba da yanlışla devam etmişsin: İsim-gövde...
“...buna İslâmcılık demek ne bakımdan uygun olur?” Bu nasıl bir soru, Allah’ını seversen? “buna İslâmcılık demek, hangi bakımdan uygun olur?” demek çok mu zordu? Sâkin olmalıyız, beterin beteri var. İşte:
“Hangi gerçekliktir ki biz ona İslâmcılık dediğimiz zaman başkaları da onu ismiyle müsemma diye karşılaya?”
Sol’un dil tahribkârlığını mahallemize ithâle mecbur musun kuzum? “Gerçeklik” ne demek? Bu ne zevksizlik, bu ne fütûrsuzluk? “Hakîkat-i hâl”, “vâki hâl” gibi irfânımıza mal olmuş kelimelere bu kadar mı ecnebisiniz? Hadi bu mûsikîsiz, ruhsuz o “tilcik”i kullandınız, peki bir kaç kelime sonra sahneye buyurduğunuz “müsemma”ya ne diyeceğiz? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, demezler mi? Bir dil bu kadar mı Serâ ile Süreyya arasında saat rakkası gibi gidip gelir?
Biraz cümlenin başına dönelim mi? “Biz” zamirinin bu cümlede bir yerinin olmadığı, ilk mektebde Türkçe heceleyen talebe için bile bedihî iken, nasıl mechûlünüz olmuş? Anlaşılabilir şey mi bu? “Dediğimiz” zaten “biz”i ifâde etmiyor mu?
Ya tımarhaneden az önce fırlamış hasta gibi cümlenin sonuna oturduğunuz “karşılaya”yı nasıl karşılayacağız? Doğrusu elbet de, “karşılasın” olacaktı sevgili şâir.
Aziz şâirim! “Nurlar’ın Türkçesi kötü”, demişsiniz ya... Bu ifâde fakiri kızdırdığı için, haddini aşıp size “sosyal medya”dan bir kaç bir şey söylemişti ya!.. Emin olunuz, sizi daha çok üzmemek, sevenlerinizin gözünden de düşürmemek için, bir daha siz konuşmadıkça konuşmayacaktım. Fakat maalesef, sizi çok sevenler, buna râzı olmadılar. Gerek sosyal medyadan şahsıma tevcih ettikleri tahkirler, gerek düşüncelerimin neşredildiği sitelere gelen yorum ve itirazlar bardağı çabuk doldurdu.
Bir de bu sabah namazını edâ ettikten sonra, bir dostun dikkatime takdim ettiği bir akademisyenin -sanırım yardımcı doç.- karalamalarını görünce, söylediklerimi ortaya koymaya mecbur kaldım. Yardımcı Doç. Kardeşim, kaale almadığımı düşünüp alınmasın, ismini de vereyim: M Mücahid Dündar... Diliniz hakkındaki hüsn-ü zanları kırmaya mecbur ettiği için bir kusurum olduysa; biliniz ki, bu genç akademisyen kardeşimiz, sıradaki ilk suçludur.
Yola, makâlenizin tamamını tenkîd etmek düşüncesiyle çıkmıştım. Fakat ilk paragrafla bitirmek istiyorum. Maksadım, “Türkçenizin kötü” oluşunu daha fazla tahkim edip sizi üzmek olmadığından, kısa kesiyorum. İnşaalah zât-ı Âliniz veya ehibbanız devamına mecbur etmez...
Sizden ricam, diline âşina olmamanıza rağmen, Nurları okumanızdır!.. İstifâde edeceğiniz, kendiniz için zâd-ı âhiret devşirebileceğiniz çok kıymetli şeyler bulacaksınız. Öbür tarafta, “şâir”lik çok da geçer akçe değildir; biliyorsunuz. Fakir’in “romancı”lığı da öyle... Ancak sizden farklı, küçük bir ümid ve tesellim var: Bediüzzaman’a şâkird, Nur Talebelerine de kardeş olma arzusu...
Not: Sevgili İsmet Özel’in makâlesini merak edenler, Yeni Şafak Gazetesi’nin arşivlerine bakabilirler.