Bismillahirrahmanirrahim
Feyzi kardeşim,
Sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın.
Hapishanede-Allah rahmet eylesin-mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur'un elli altmış şakirtleri içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar.
Risale-i Nur'un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.
O şakirtlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nur'a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mümini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır.
Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mümine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velayet ise, müminin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.
İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler.
Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, "Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım" dese, sen Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın. (Kastamonu Lahikası)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
BASÎRET : Gerçeği hissedip kalble anlama.
BÎÇARE : Çaresiz, zavallı.
CELBKÂRÂNE : Celbederek, çekercesine.
DAKÎK : İnce ve derin.
EVLİYÂ : Çok ibâdet ederek ve günahlardan kaçarak mânen Allah'a yakın olan kimse; Allah dostu.
GAVS-I ÂZAM : Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı. En büyük Gavs, evliya.
KANAAT : Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek, kısmetine râzı olmak; inanç.
KÜRE-İ ARZ : Yerküre; dünya.
MUVAKKATEN : Geçici olarak.
MÜ'MİN : Allah'a ve emirlerine îmân eden, inanan.
MÜCTEHİD : İctihad eden. İhtiyaç hâsıl olduğunda âyet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslâm allâmeleri ve önderleri. İmam-ı A'zam, İmam-ı Şâfiî... gibi
MÜRŞİD : Doğru yolu gösteren, irşâd eden.
MÜSTAĞNÎ : Kimseden bir menfaat beklemeyen, başkalarına ihtiyaç duymayan, gözü ve gönlü tok.
MÜTEBÂKÎ : Geri kalan kısım.
MÜTEMÂDİYEN : Aralıksız, durmadan, devamlı sûrette.
NAKŞÎ : Kalpte zikir ve tefekkür yoluyla Allah'a yaklaşmaya çalışan, Şeyh Nakşibendi hazretlerine tâbi olan tarikat ehli.
NEFER : Asker, er.
SAADET-İ EBEDİYE : Dâimî saadet; Cennet hayatı, ebedî mutluluk.
SALTANÂT-I BÂKİYE : Ebedî, dâimî saltanat.
SEVAB : Hayır. İlâhî mükâfatı kazandıran işler.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
ŞAKİRD : Talebe, çırak.
ŞEYH : Tarikat dersi veren mânevî lider, mürşid.
TARÎKAT : Yol, mânevî yol; kalbi dünyanın fânî işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlamak.
TEMİN : Sağlama, karşılama. Güvenlik, emniyet hissi vermek
TERCİH : Birşeyi üstün tutma; seçme.