Isparta Kahramanlarından İki Süleyman

Halil DÜLGAR

Bir aziz adam… İnkâr-ı Ulûhiyet fikrine savaş açmış; tek başına, hiç kimsesi yok. Ne rütbesi, ne maaşı var. Ne ordusu, ne hazinesi var. Yeryüzünde tasarruf ettiği, benim diyebileceği bir karış yeri yok.

Bu davası büyük, ufku büyük, ruhu büyük Zât bütün imkânlardan mahrum olduğu halde nasıl muvaffak oldu, zehirli fikirlerin nesillere zarar vermesine nasıl mani olmayı başardı, nasıl Nemrud’un ateşinden daha azgın küfür yangınlarını söndürdü, imansızlığın belini kırıp, karanlık güruha nasıl “Dur!” diyebildi? Firavunları, Şeddadları aciz bırakan din düşmanlarıyla aynı atmosferde nefes aldığı halde ebedi uçuruma sürüklenmekte olan nesilleri kurtarmaya nasıl baş koydu? Zira sesi soluğu duyulmasın, ölsün gitsin diye kuş uçmaz kervan geçmez Anadolu’nun ücra bir yerine atılmıştı ve yokluklar içindeydi, hiçbir şeyi yoktu…
 
Hayır! Bütün zerreleriyle dayandığı Rabbi vardı onun. Maddeten belki bir şeyi yoktu ama en heybetli, en azametli dağlardan büyük, uçsuz bucaksız semavattan daha derin bir imanı vardı. Ve davası vardı; ızdırabıyla en deli volkanlar gibi bütün benliğini yakıp kavuran. Ümmet-i Muhammedi ahir zamanın azgın ve karanlık dalgalarından kurtarıp cennet sahiline ulaştırmak derdiyle inlediği bir davaydı bu.

Rabbine güvendi, dayandı, “Allah bana kâfidir, O ne güzel vekildir” dedi. Ve bugün yeryüzünün en uzak köşelerinde dahi Nur Risalelerini okuyan insanlık, imansızlık, dinsizlik çöllerinden iman, ibadet vadilerine at koşturuyor, Onun rehberliğiyle karanlıktan ışığa hicret ediyor.

Onu muvaffak eden Allah’a Risale-i Nurun harfleri adedince hamd olsun...
*****

Bediüzzaman Barla’ya sürgün edilmişti. Adresi de şöyleydi: “Isparta polis dairesinde merkez komiserliği vasıtasıyla Van menfîlerinden Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur Efendi.” Ve sekiz buçuk sene kalacağı iki odalı mütevazı bir eve yerleşti. Sürgündeki bu ev, milyonların imanını kurtarmaya vesile olan Risale-i Nurun ilk dershanesidir, kendi tabiriyle ilk “Medrese-i Nûriye”dir. Yabancı bir muhit, tanıdık tek bir sima yok; üstelik farfaralı haberler kol gezmekte: “Sakın yaklaşmayın!” İnsanlar şaşkın; böyle aziz ve muhterem bir insana uygulanan bu insafsız tedbirleri akıl alır gibi değil.

Barla’da sürgün, yalnız, garip ve kimsesiz Bediüzzaman, kâinat kitabını tefekkür etmek için Barla dağlarına çok sık giderdi. Yine böyle bir gün şiddetli yağmura tutulmuş, sırılsıklam olmuştu. Yağmur biraz hafifleyince çamurlu yollarda evine dönmek üzere ağır ağır yürüyordu. Yokuşbaşı çeşmesinin yanında sohbet eden mahalle sakinleri, yağmur ve çamurdan parçalanmış olan lastik ayakkabısını eline almış, beyaz yün çorabıyla çamurları çiğneyip gelmekte olan Bediüzzaman’ı görürler. Bu garip ve kimsesiz hocanın bu iç burkan hazin haline içlerinden birisi dayanamaz ve “Ne olursa olsun!” diyerek arkasına düşer. Bediüzzaman bu arkasındaki kişiyi “Gel kardeşim!” diyerek yanına çağırır, o adam koşarak gelir ve elinden lastik ayakkabıyı alıp çeşmede yıkar, sonra beraberce Nur dershanesine doğru yürürler. İşte bu kişi, Bediüzzaman’a Barla’da kaldığı sekiz sene müddet içinde bir defa dahi gücendirmeden sebat ve sadâkatle hizmet etmiş ve Üstadından “Sıddık” unvanını almış, Sıddık Süleyman Efendi’dir.

Sıddık Süleyman sadâkatte o dereceye gelmişti ki Bediüzzaman ne zaman ona ihtiyaç hissetse hemen çıkıp gelirdi ve bu hal yüzden fazla tekrarlanmış. Hazreti Üstad onun hakkında “Fesübhanallah! Benim arzuyu kalbimi işitiyor mu?” diye hayrete düşmüş ve sonra anlamış ki Allah, onu Kur’an’ın hizmetinde istihdam ediyor ve bu hali de sadâkatinin kerâmetiymiş.

Hatta bir gün Sıddık Süleyman bir yaşındaki kız çocuğu yüksek bir yerden taş üstüne düştüğü halde dönüp çocuğuna bakmıyor, Üstadının hizmetine koşuyor. Bu hizmetteki sadâkatinin kerâmeti olarak, o çocukta hiçbir teessür ve hastalık görülmediği gibi sütten, memeden dahi kesilmemiş.

Sıddık Süleyman, Mübarek Süleyman’ı hatıra getirdi. Bu Mübarek Süleyman’dan 16.Mektupta Bediüzzaman şöyle bahseder:

“Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğimde onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günü idi, dedim ona: “Git ekmek getir.” İki saat her tarafımızda, kimse yok ki, oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek istiyorum” dedi. Bende dedim “Tevekkeltü alellah, kal”. Sonra hiç münasebet olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şeker ile çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim bir parça çay yap.” O ona başladı, bende derin bir dereye bakar katran ağacı altında oturdum. Müteessifane şöyle düşündüm ki; “Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var, bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfî kalp adama ne diyeceğim?” diye düşünmede iken, birdenbire başım çevrilir gibi, başımı çevirdim, gördüm ki; koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman müjde! Cenab-ı Hak bize rızık verdi” O ekmeği aldık; bakıyoruz ki kuşlar ve hayvanat-ı vahşiye hiçbiri ilişmemiş… Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek iki gün ikimize kâfî geldi. Biz yerken, bitmek üzere iken, dört sene sadık bir sıddıkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.”

Bediüzzaman ağacın dalları arasında ekmeği görünce “Süleyman müjde, Cenab-ı Hak bize rızık verdi” deyince sâfî kalp Süleyman  “Üstadım bu ekmek bize helâl olur mu?” diye sormuş. Bediüzzaman da “Vay mübarek vay!” diye mukabelede bulunmuş, bu hadiseden sonrada bu zâtın adı, “Mübarek Süleyman” olarak kalmış. Yıllar sonra Bediüzzaman, Emirdağ sürgünündeyken Barla’dan ziyaretine gelen bir talebesine “Mübarek Süleyman ne âlemde, neler yapıyor?” diye sormuş, “Mübarek Süleyman risale yazıyor efendim” denilince “Onun bir zamanlar Çam dağında söylediği bir söz vardı,” buyurmuş. “O söz onun on sene risale yazmasından daha hayırlıdır.”

Evet, medresesiz, matbaasız bir zamanda manevi kışın ortasında iman nurlarını yazarak çoğaltmak, muhtaç insanların imdadına göndermek gibi ulvî bir meşguliyet dahi on sene yapılsa, bazen bir söz bu hizmetten daha kıymetli olabiliyor; tıpkı Mübarek Süleyman’ın sözü gibi. Üzerinde ciddiyetle düşünmek, hal ve harekâtımızı tekrar gözden geçirmek için güzel bir örnek değil mi?

Barla’da tek başına bir aziz adam ve etrafında halk tabakasından parmakla sayılacak kadar az, imana Kur’an’a aşık, gönülleri tertemiz, ihlaslı, sadakatli, mübarek, safî kalp insanlar… Ve bugün dünya, Risale-i Nur gerçeğiyle karşı karşıya.

Sonsuz teşekkürler Hz. Üstad Bediüzzaman Said Nursî… Tebrikler Sıddık Süleymanlar, Mübarek Süleymanlar… Dualarımız sizinle Isparta Kahramanları…

Ve sonsuz hamd Musa’nın Rabbine. Sonsuz hamd; öz amcası, kavim ve kabilesi, bütün dünya düşman olduğu halde Hz. Muhammed’i (a.s.m.) muvaffak eden Allah’a…

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.