Burada yazılanlar, Risale-i Nur Külliyatında ısrarla anlatılan, Bediüzzaman’ın Yeni Yolunun Ana Prensipleridir.
Bediüzzaman Hazretleri, Kastamonu’da, kendisiyle hizmet için beraber olan Mehmet Feyzi Efendiye, Tasavvuf ilgisiyle alakalı olarak; ‘Risale-i Nur Hizmetinin prensiplerine uyan Ispartalı Talebelerine izafeten, onlar gibi olmasını tavsiye anlamında’ -Onlar gibi davranmazsan- ”Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın” ifadesini kullanmışsa da; bu unvan, sonradan bu hizmetin Prensiplerine tâbi, Halis Nur Talebeleri için kullanılmış, öyle algılanmış, öyle kabul edilmiştir.
Anlatılanların pek çoğu, her zaman ölçülmesi kolay olmayan, olamayan yüksek hasletler olup; uygulanan her prensip, uygulayıcısına derece kazandırmakta, uygulanabilenlerin çokluğu oranında Risale-i Nur’a Talebelikte merhale kat ettirmektedir.
Daha açık bir ifadeyle, sadece bu eserleri okuyanlar, sohbetlerine katılanlar, “Halis Nur Talebeliği” anlamındaki “Isparta Kahramanı” olamazlar. Belki kardeş, dost gibi, Onunla İlgilenenler manasında, daha hafif bir hale sahip sayılabilirler...
“Isparta Kahramanları” unvanı, ancak Nurun Prensipleriyle hizmet edenlere aittir. Onlar, Bediüzzaman Hazretlerinin, ömür boyu hedef ittihaz ettiği ve “Medreset’üz Zehra” diye dillendirdiği üniversitenin hem talebeleri hem öğretim üyeleridirler.
Risale-i Nur Külliyatı’nın tarzına sadakatle bağlı kalıp, Onunla iktifa ederek son asrın muktezasına ve Sünnet-i Seniyyeye uygun, Sahabe Mesleği diyebileceğimiz bir tarzda hizmet edenlere; Onun tarzında sebat edenlere, Bediüzzaman, Isparta Kahramanları” demiştir.
Onların hizmet tarzlarında kısaca; İhlâs, Sadâkat, Sebat, temel manalarda ve usulde Risale-i Nurla İktifa Etmek, Adanmışlık söz konusudur.
Aşağıda sayılan prensipler; hem Risale-i Nur’un Temel Düsturları; hem de onların Hizmet Tarzlarının en önemli umdeleri olarak ifade edilebilir.
1-Risale-i Nur Talebeleri olarak onların en Temel İşleri; sadece ve sadece, asrın imana dair bütün ihtiyaçlarına cevap verecek ve İman ve İslam’a yapılan bütün hücumlara karşı koyabilecek harika bir muhtevaya sahip İman ve Kuran Hizmeti olmuştur.
2-“Kendi imanını kurtarmak ve başkalarının imanına kuvvet verecek tarzda…” çalışmış; İman, ahlak ve ibadet bazında kolay ve yaşanabilir bir İslam’ı, post modern asırda, adeta keyfe kafi bir versiyonuyla, bizzat yaşayarak beşere sunmuşlar, sunmaya devam etmektedirler.
-İnsanların kıymetleri himmetleriyle ölçülürmüş. Ve kimin himmeti milleti ise, o tek başına, adeta bir millet olurmuş. Onlar bu hakikati en üst seviyede gerçekleştiren kahramanlardır.
-Onların, emr-i bil ma’ruf…ile yaptıkları, sosyal sorumlulukta adeta benzersiz faaliyetlerdir ve her türlü övgüye layıktır.
-Onların zihinlerinde daima İman ve Kur’ana hizmet gayesi bulunduğundan zihinleri asla enelere dönüşmemiş, yüksek bir takva mertebesinde yaşamayı becermişlerdir.
3-Başka yollardan daha kısa daha selâmetli, daha umumiyetli olan tarzlarının en önemli umdeleri: İttibâ-ı sünnet, Ferâizi işlemek, Kebâiri terk etmek; Bilhassa, Namazı tâdil-i erkânla kılmak, Namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.
4-İman Hakikatlerinin tamamen safi olarak takdim edilmesinin önemini çok iyi kavramışlar; “Euzü billahi mineşşaytani ves siyase” fikrinin tam tatbikiyle, insanlara tesirin; sadece ve sadece iman üzerinde çalışmakta olduğunu göstermeyi başarmışlardır. İslam’ın politize edilmesini, başka maksatlara alet edilmesini fikren ve fiilen reddetmişlerdir.
5-“Siyaset, ihlâsı kırar” fikriyle siyaseti bırakmışlardır. Fakat dini tezyif etmek, sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmek, dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak isteyen münafıkların, dünyada hiç bir zalimin yapmadığı dehşetli hallerini görünce;
-Manen, samimi ve Müslümanlarla müttefik olan Ahrar Fırkası ve takipçilerini, İslâmî şeairin başlarında olan Ezan-ı Muhammedîyi (A.S.M.) zalimlerin zincirlerini kırıp aslına döndürenleri, halkın kahir ekseriyetinin desteğine nail olan memleket severleri, cemaat olarak asla politikaya ve menfaat rüzgarlarına kapılmadan iman ve Kur’an namına desteklemişler, lehlerinde çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. (Beyanat ve Tenvirler, 7)
-İman Hizmetinin şakirtleri olarak, siyasete karışmamaya, partilere girmemeye çalıştılar. Çünkü imanı, mâl-ı umumî gördüler. Her taifede iman hakikatlerine muhtaçların olduğunu idrak ettiler. Tarafgirlik zemininde bulunmamaya gayret ettiler. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı müdafaa için cephe aldılar. Çünkü Nurlu mesleklerinde, bütün mü'minler ile uhuvvet mecburiyeti vardı. (Emird, 234)
-Siyasetle iştigal etmeyip, siyasetten kaçmışlardır. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstermek için siyaseti, dine âlet yapmışlar; siyasî bir cemiyetleri asla olmamıştır. (Emird, 100.Mekt, 553)
-Kısacası, Onlar dünyaya bakmamışlar; baktıkları vakit de insanlara yardımcı olarak çalışmışlar; asâyişi muhafazaya müspet bir şekilde yardım etmişlerdir. (Emird, 633)
-Geçmişte, Sebilürreşad, Doğu gibi mecmuaları, iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, mücahit olarak algılamış; onlar İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaması gerektiğinden, dost-düşman, derste fark etmediğinden; -siyaset noktasında olmamak şartıyla- ruh u canlarıyla onları takdir, tahsin edip dost ve kardeş bilmişlerdir. Şimdi de ayni tarzlarını pek çok yayın organı için aynen uygulamaktadırlar. (Emird.)
6-Ömür sermayesinin çok az, lüzumlu işlerin pek çok olduğunu idrak etmişler; her insanın, kalp, mide, hane dairesinden memleket, nev-i beşer…dairelerine kadar, vazifeleri bulunabildiğini;
-Fakat en küçük dairede en büyük, önemli, daimi; en büyük dairede ise küçük, ara sıra vazife bulunmasının önemini anlamışlar.
-Geniş dairelerin cazibedarlığına, lüzumsuz, mâlâyani, âfâkî işlerine kapılmamış; küçük dairelerdeki lüzumlu, ehemmiyetli hizmetleri bırakmamışlardır. (11.Şua, 4.Mesele)
7-İbadet ve İmana Hizmet başta olmak üzere her şeyi sadece Allah rızası için yaparak, müminler için çok önemli ve makbuliyette temel bir mana olan ihlâsta muvaffak olmayı başarmışlardır.
8-“Kur'ân'ın düsturları; Resul-i Ekrem ASM.ın dersleri ve ilmî veriler onların daima en önemli rehberleri olmuştur.(4.Şua)
-Onlar malumatlarını asla kafi görmemişler, eslaf-ı i’zamın da keşfiyatlarından mahrum kalmamışlar. Düşmanlarından bile ders almayı bilmişlerdir.
9-Bediüzzaman Hazretleri ile tamamen uhrevi hayat cihetiyle irtibat kurmuş ve O’nu, Kur'ân-ı Hakîmin dellâlı gördükleri için, dava arkadaşı olmuşlardır.
-Üstadlarının şahsına değil de Kur'an tefsiri olan eserlerine bağlanmışlar.
-Hatta, “Her şeyi Kutsi Kaynaklarla değerlendirin.” anlamında, “Mihenge Vurun...” demesini, tam gerçekleştirerek; her fikri öyle değerlendirmeyi başarmışlardır.
-Üstatları gibi kendilerini de birer kuru çubuk ve çekirdek olarak görebilmişlerdir.
-Envâr-ı Kur'âniyeye dair olan hizmete ciddî taraftar olup; haksızlığa, bid'alara, dalâlete kalben taraftar olmayan; kendine de istifadeye çalışanları, Dost;
-Bu hizmete samimi ve ciddî çalışıp, farz namazını edâ eden, büyük günahları işlemeyenleri, Kardeş bilmişlerdir.
10-R.Nur’u kendi malları ve telifleri gibi düşünerek; Onunla İmana Hizmet etmeyi, her şeyin fevkinde en ehemmiyetli bir vazife bilmişler, ciddi sahiplenmiş, bu davaya kalben bağlanarak Talebe olmuş, hayatlarını Kur'ân Hizmetine adamışlardır.
-Hatta pek çoğu, mücerret kalıp, Ashab-ı Suffa gibi sadece İman hizmetiyle uğraşan Vakıf olarak yaşamaya muvaffak olmuşlardır. (10.Mesele)
11- Tâbi oldukları Risale-i Nur'un düsturlarıyla, onlara bahşedilen hizmet noktasında, feyizli makamlara kanaat etmiş; haddinden fazla hüsn-ü zan, müfritane âlî makam vermek yerine; fevkalâde sadakat, müfritane irtibat, sebat ve ihlasta terakki etmişlerdir. (Kast.)
-Onlara göre “Bazen Hak Ehaktan ehaktır,” diyerek huzur için, mutabakatın sağlanabildiği hakka razı olup saadeti elde etmişlerdir.
-Isparta Kahramanlarında, evliyalar gibi, maddî kerametlere mazhariyetleri zahiren görülmemiştir. Dünyada muvakkat zevkler, kerametler bir maksat olduğunda, uhrevî amellere bir sebep teşkil edip ihlâsı kırdığından, amel-i uhrevî ile dünyevî maksatlar, zevkler aramamışlar, sırr-ı ihlâsı bozmamışlardır.
-Hem, kerametler, keşfiyatlar; âmi, yalnız imanı taklidî bulunan zayıfları takviye ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek için olduğundan; Risale-i Nur'un, gösterdiği hüccetler, keşfiyatlar ile verdiği tahkikî iman, hiçbir cihette vesvese bırakmadığından, kerametlere, keşfiyatlara da hiç ihtiyaç kalmamıştır.
-Bu enaniyet zamanında, ehl-i gafletin nazarında, sû-i zanlara sebep olmamak, benlik ve enaniyetle itham edilmemek için, keramet ve keşfiyat peşinde koşmamayı elzem görmüşlerdir.
Onlar, kusurlarını bilmiş mahviyetkârane yalnız rıza-yı İlâhî için rekabetsiz hizmet etmişlerdir.
-Şirket-i mâneviye olarak birbirinde tefâni noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilât ve çalışanların maişetindeki bereket gibi İlâhi ikrâmât umumuna kâfi gelmiş; başka kemâlât, keramet aramamışlardır.
12-İhlâs gereği olarak da:
-Başkalarının kusurlarıyla uğraşmamış, kendi doğrularını anlatmışlar;
-Kardeşlerinin kusurlarına gözlerini kapamış; onları daima kendilerinden daha yüksek görmüş,
-Tenkit etmemiş,
-İmamlık şerefini onlara verebilmişlerdir.
-İnsanların, kimden olursa olsun istifade etmesine taraftar olmuş,
-Kemiyetin, keyfiyete nispeten ehemmiyeti azdır deyip
-Neticeleri ve muvaffakıyeti, Cenâb-ı Hakka aittir, diyerek, esas kabul etmemişlerdir.
-Kardeşlerinin tükürüklerini misk ü amber görmeyi başarmış,
-Bin haysiyetleri olsa da,
dava arkadaşlarının ittifakları için feda etmeyi de gerçekleştirmişlerdir.
-“Hislerinin Yönetiminde” Kur'an ve Hadislerle tavsiye edilen çok yüksek davranışlara, İhlâs ile muvaffak olmuşlar;
-Hadisteki, “Bilmek, bildiği ile amel etmek, bunu da ihlâsla yapmak…“ tavsiyesine, bihakkın riayet ederek; hakiki, halis müminlerden olduklarını göstermişlerdir.
-Hep müspet hareketi; yani, kendi mesleklerinin muhabbetiyle hareket etmeyi seçmişlerdir. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının noksanları, onları hiç ilgilendirmemiş, fikirlerine müdahale etmemiş; onlarla meşgul olmamışlar.
-Haklı bir meslek sahibi olarak, başkalarının mesleklerine ilişmemiş; sadece, "Mesleğimiz haktır," yahut "daha güzeldir" demişler; daha fazlasının hakları olmadığını düşünmüşlerdir.
-İnsaf düsturlarını rehber ederek; başkalarının mesleğinin haksızlığını, çirkinliğini ima eden "Hak yalnız benim mesleğimdir", "Güzel benim meşrebimdir" fikirlerine asla itibar etmemişlerdir.
-Ehl-i hakla ittifak etmeyi, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı kabul etmişlerdir.
-Hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için, Nefislerin, enâniyetlerin ve yanlış düşünülen izzetlerini, ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatlarını terk edere, ihlâsı kazanmış, vazifelerin hakkıyla ifa etmişlerdi.
-Şahıslarına yapılan tenkitleri, itirazları, kabul etmiş, insanları münakaşa ve münazaraya sevk etmemişler; hattâ tecavüz edilse de bedduayla mukabele etmemişlerdir.
-Fikren bir yanlışı olanları da affetmesini bilmişler. Sadece onlar gibi ehl-i diyanet ve tasavvufa mensup Müslümanları affetmekle kalmamış; hem meslekleri, hem kudsî hizmetleri iktiza ettiği için bu acip zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamış, Allah'ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla bile medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemişlerdir.
-Kim olursa olsun, imanı varsa, o noktada kardeş görüp onlara düşmanlık da etse, mesleklerince mukabele etmemişlerdir. Ve bilhassa ehl-i ilim olanların düşmanlıklarına, onların ilimden gelen, enaniyetleri de olabilir düşüncesiyle onların enaniyetlerini asla tahrik etmemişlerdir. (Kast,304)
-Müsbet hareketi esas alan meslekleri gereği, ehl-i bid'a ile değil fiilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmamış her vakit İhtiyatla hareket etmişlerdir. (Kast.)
-Pek çok insanın, kendilerini, kusurlardan, noksanlıklardan tenzih edip Mâbuda lâyık bir tarzda sevdikleri; her şeyi nefislerine feda edip, avukat gibi onu müdafaaya giriştikleri; hattâ, Mâbud-u Hakikîye, hamd ve tesbih için verilen latifeleri, kendilerine sarf ettikleri bir zaman ve zeminde…
-Onlar, böyle yapmayıp kusurlarını, acz ve fakırlarını idrak etmiş;
-Nefislerin tezkiyesini, temizlenmesini; “Onu tezkiye ve tebrie etmeyerek” yapmışlardır.
-Pek çoklarının, Mevti, başkalarına verdiği; Fenâ ve zevâli kendine almadığı; külfet ve hizmet zamanında nefsini unutup, ücret ve lezzet makamında öne atıldığı bir zamanda;
Onlar,
-Bunların aksini yaparak, lezzet, ücret ve ihtirâsatta nefislerini unutmuş; mevtte ve hizmette ise düşünüp öne çıkarak, Kutsi Kaynaklara uymayı başarmışlardır.
-"Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir." (Nisâ,79) Kutsî emrini, çok başarılı şekilde yaşamışlar; fahr ve ucbe düşmemiş, iyiliği kendilerinden bilmemişler;
-Nefislerinde, aczi ve fakrı görüp, fahr yerine şükür ve hamd etmeyi seçmiş; Kemâllerini, kemalsizlikte, kudretlerini aczde, gınâlarını fakrda bulmuşlardır.
-Çok nefisler kendilerini serbest, müstakil ve bizzat mevcut bilip, bir nevi rububiyet dâvâ ederken, Onlar, fâni, hâdis, mâdum olduklarını idrakle; “Vücudunda adem, ademinde vücud” prensibini yaşamayı başarmışlardır. (Sözler, 212)
13-Bu asırda şirkin bütün envaının; enaniyet, gurur, kibir gibi bütün süflî hallerin temel kaynağı olan; kainatın acip muamması Ene'yi çözerek, onu, Tevhit Akidesine uygun, doğru olarak kavramışlar; Esma-i Hüsna ile yakîn hasıl etmeyi başarmışlar; Nübüvvet yolundaki Yıldızların arkasından gitmeyi gerçekleştirmişlerdir. (30.Söz)
-Kutsi Kaynaklarda belirtilen pek çok TAGUT, Üstatları tarafından öncelik ve asra göre önemlilik açısından Tabiat ve Ene olarak ikiye indirilmiş olduğundan onlar da bütün hayatlarını bu iki tagutla mücadeleye harcamışlardır. Hem kendi nazarlarında hem bütün insanlık için iki tagutu da yerle bir etmeyi başarmışlardır.
14-Onlar muvaffakiyet için emniyetin teminini, yardımlaşmanın zaruretini ve mesai tanziminin esas olduğunu fiilen göstermişler;
-Çok yoğun geçen hayatlarını mesai tanzimi yaparak düzenlerken, bütün ilişkiler için güvenli bir ortamı ve yardımlaşmayı üst seviyede gerçekleştirmeyi; günlerini, haftalarını, hatta yıllarını böyle bir zeminde planlanmayı başarmışlardır.
15-Onlar, İman Hizmetindeki dava arkadaşları ile aralarındaki ilişkide; Şeyh ile mürit, Peder ile evlat arasındaki ölçüyü benimsememiş; “Ümmet-i Muhammedi, sahil-i selamete çıkaran gemideki hademeler” olarak, kardeşane bir ilişkiyi esas almışlardır.
Âhirzamanda artık salâhat ve mahareti birlikte bulunduranlar vazifelere kafi gelmediğinden; önemli bir içtihatla, işte maharet esas olduğundan mahareti öncelikli görmüş, maharetlilere vazifeleri vermiş, öyle olmasının gerekliliğini anlatmışlardır.
(Devam edecek)