16-Bütün Mü’minleri bir Hane-i Rabbaniye gibi görüp;
-Onlarda, iman, İslâmiyet ve komşuluk gibi pek çok masum sıfâtlar; Hâlık, Mâlik, Mâbud, Râzık, Peygamber, Din, Kıble, Köy, Devlet, Memleket gibi, belki Esma-i İlahiye adedince, vahdet, ittifak ve UHUVVET birliktelikleri bulmuşlar;
-Olabilecek muzır veya hoşa gitmeyen bazı sıfatlar yüzünden onlara asla kin, adavet bağlamamışlar; Mümin kardeşlerini muhakkak sevmişler; fenalıkları için yalnız acıyıp, tahakkümle değil, lütufla, ıslahlarına çalışmışlardır.
-Şikak ve nifaka, kin ve adavete düşmemeye çok önem vermişlerdir.
-Hayatları boyu süren hukuk ihlallerine rağmen hukuk içinde mücadeleyi sürdürmüş ve üç binin üzerinde beraat kararıyla müspet İman Hizmetini taçlandırıp, tarihe malolmuşlardır.
17-Hizmetlerde bizzat meşveret ederek, Kur'an’da Mü'minlerin vasfı olarak belirtilen Şuranın, Ekip halinde, Meclis usulüyle yaşamının önemini ortaya koymuşlar, çok açık bir şekilde şurayı, vazgeçilmez prensip olarak hayata yerleştirmişlerdir.
-Zamanın, cemaat zamanı olduğunu; Hâkimiyetin, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîde bulunduğunu; şûraların o ruhu temsil ettiğini idrak ederek, hayatlarını meşveretlerle sürdürmüşlerdir.
-Üstadları, Risale-i Nurla harika bir tefsir örneği ortaya koymasına rağmen, yine onun fikrine uyarak, hakiki Kur'an Tefsirinin, ancak her branştan ilim adamlarınca ortaya konulabileceğini;
-Müesseselerin idaresinin artık tek şahısla mümkün olamayacağını, ancak bir meclis ve şurayla doğru yönetilebileceğini anlamışlar, anlatmışlar, yaşamışlardır.
-Ene'yi Nahnü'ye tebdil edip, enaniyeti bırakarak, Ben yerine Biz demeyi başarmışlardır.
-Ehl-i tarîkatın, "fena fi-ş şeyh" ve Nefs-i emmareyi öldürmek gibi, Riyadan kurtaran vasıtalarını, bu zamanda "fena fi-l ihvan" tarzında gerçekleştirerek; şahsiyetlerin kardeşlerinin şahs-ı manevîsinde eritmiş; nefislerini öldürmeden, riyadan kurtulabilmişlerdir. (İhlâs Risalesi, Kast.185)
-Hatta Sahabeye mahsus isar hasletini, asırlar sonra, hakikatiyla gerçekleştirmiş, toplumsal ahlaka en iyi örnekliği sergilemişlerdir
-Bu acib komitecilik ve şahs-ı manevî-i dalaletin tecavüzü zamanında, eski zamanlardan farklı olarak, şahısların, ne kadar hârika da olsa; şahs-ı manevî karşısında mağlub olacağını idrak ile Onlar da bir şahs-ı manevî teşekkülü ile hizmet etmişlerdir.(Emd. 2/152 )
-Bu zamanda, Şahs-I Manevî ile, adeta, gayet âlî bir deha, nüfuzlu derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye vasfına ulaşmış, öyle de yaşamışlardır.
-Bu üstün halleriyle Üstadları ile birlikte adeta Kur’anın manalarının nüzulünü devam ettirmiş; İstihrac-ı hakikat yapmaya muvaffak olmuşlardır.
-Çünkü onlar; ruhların imtizacını, tesanüdü, telahuk-u efkarı, samimi yardımlaşmayı, kalplerin in'ikasını, ihlas ve samimiyetle gerçekleştirmeyi bilmişlerdir. Şahsen kendilerinde bulunmayan bu yüksek halleri, nur-u velayetin hâssalarını, bir cemaat olarak gösterebilmişlerdir. (Emr.)
18-Onlar, enaniyetin en tehlikeli ciheti olan, kıskançlığa hiç kapılmamışlar; Lillah için olmayan kıskançlığın, yapılan faaliyetlere müdahale edip, bozduğunu idrak etmişler, o hissi yanlarına yaklaştırmamışlardır.
-Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz; gözü, kulağına haset etmez; kalbi aklına rekabet etmez. Onlar da mensup oldukları insan-ı kâmil ismine lâyık şahs-ı manevîde, her biri, bir duygu, bir âza gibi davranmış; rekabeti değil, birbirlerinin meziyetiyle iftihar etmeyi, bir vazife-i vicdaniye olarak gerçekleştirmişlerdir. (Mekt.)
-Kusurlarını görüp bildirenlere -hakikat olmak şartıyla- minnettar olmuş; "Allah razı olsun" diyebilmişler; kusurlarının bildirilmesinden, boyunlarındaki bir akrebin ısırmadan atılması gibi memnun olmuş; kusurlarını -fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid'alara ve dalâlete yardım etmemek kaydıyla- kabul edip gerçekten minnettar olmayı başarmışlardır. (Emird.) Mahviyetkârane, yalnız rıza-yı İlâhî için rekabetsiz hizmet etmişlerdir.
-Gaflet ve dünya perestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu zamanda hükmettiğinden, buz parçası gibi gördükleri enaniyetlerini havz-ı müşterek olan şahs-ı manevîlerinde eritmişler; fena fi-l ihvan mesleğinde uhuvvetle; şeytan ve avenelerinin tecrübeli, münafıkane plânlarını akîm bırakmış, bu fırtınalı asırda sarsılmamışlardır.
-Hizmetlerinde, dayanışma, şuurlu bir İman kardeşliği vardır. Herkese bu faaliyetlerinde R.Nurların ölçülerine uymak şartıyla katılma hakkı vermişlerdir.
-Bütün müspet İslamî Hizmet guruplarıyla, Ehl-i Sünnet Meşrebi dâhilindeki, Risale-i Nurların prensiplerine uyan faaliyet ve fikirlerine destek olmuşlardır. Bu sınırlar ve prensipler dışındaki radikal guruplarla hiçbir ilişkileri olmamıştır.
-Mesleklerinin esasatına binaen, muarızlarını hiddet ve tehevvürle, adavetle, mukabele-i bilmisille karşılamamışlardır. El-i takvâ, ehl-i ilme karşı da dostane vaziyet almışlardır. (Kast.)
-Meslekleri, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i imaniye hizmet olduğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak; rekabet ve tarafgirliğe, mübarezeye sevk eden hâlâttan tecerrüt etmeye meslekleri itibarıyla kendilerini mecbur hissetmişlerdir.(Kast.)
-Onlar ittihadın cehl ile olmayacağını bilmişler; tahkiki imanla imtizac-ı efkarı temin etmiş ve marifetin şua-i elektriği ile gerçek ve sağlam bir uhuvveti gerçekleştirmişler, insanlara toplumsal ahlakta çok güçlü bir örneklik yapabilmişlerdir.
19-“Kainat’ı” Rabbimizi bize tarif eden muarriflerinden görerek en çok anlayıp, kullananlar onlardır. Ona, “Daima Allah'ı anlatan..” bir kitap olarak bakmış, Müşterek İnsanlık Dili olarak değerlendirmişler, müspet fenlerin ulaştığı ilmî birikime; Allah adına nazar etmek anlamında, Mana-i Harfîyle bakarak Marifetullaha çevirmişler;
-Dua ve zikirlerinde bile kâinatı kullanmışlardır. Allahtan bahsetmeyen öğretmen ve ilim adamlarını değil, Fenleri, onların hakikatini dinlemişler, ayni tarz problemler karşısında bu davranışı tavsiye etmişlerdir. (Hizb’ük Hakaik, 33.Söz, A.Kübra,6.Mesele)
20-Üstadlarının Seyrr-i Sulûku olarak tavsif edilen Ayetü'l Kübrada anlattıklarının, adeta her şeyde takbikatını yaparak, Tasavvuftan farklı, kısa, selametli bir yolda, ihlas ve tefekkürle cevelan etmişlerdir.
-Marifetullahta çok mertebeler kat'edederek, mü'minane bir miraçla, yakîn hasıl edebilmiş; ehl-i küfrün, yaratılışı reddetmede temel olarak kullandıkları Sebepleri, Tabiatı ve Kendi Kendine Olmayı, okudukları Nur Külliyatının ilmî izahlarıyla çürütmeyi becererek; çok üstün bir Tevhid anlayışını, hepimiz için ortaya koyabilmişlerdir.
21-Cenab-ı Hak, Seriüsseyr olan, bu zamanın evlatları olan Isparta Kahramanları’na uygun, eslem bir tarıkı, hem de Tarikat Berzahına girmeden, Ulum-u Aliyeyi okumadan Hakikate giden Yeni bir Yolu, Risale-i Nur Külliyatı’yla onlara buldurmuştur.
22-Onlar, Klasik İslamî Düşünceden çok farklı olarak, İki Şeriatın varlığına inanmışlardır :
-Birincisini, âlem-i asgar olan insanın ef'âl ve ahvâlini tanzim eden ve Kelâm sıfatından gelen bildiğimiz Teşriî Şeriat;
-İkincisini, İnsan-ı ekber olan Kâinatın harekât ve sekenâtını tanzim eden, bazan yanlış olarak "tabiat" diye dillendirilen, esasen İrade sıfatından gelen, Sünnetullah, Adetullah da denebilecek, Tekvinî Şeriat olarak görmüşlerdir.
-Teşriî evâmire itaat ve isyan nasıl oluyor ise; Öyle de, Tekvînî emir olan Adetullah’a, Sünnetullah’a da itaat ve isyanın olduğunu idrak etmişler;
-Ancak, Teşrii olanların Mücâzâtı ve sevabının galiben âhirette; Tekvinî olanların mükâfat ve ikabının ise çoğunlukla bu dünyada çekildiğine itikat etmişlerdir.(106. Vecize,677)
23-Kutsi Kaynakların “El hakku ya'lu vela yula aleyh ...”(Hak yücedir...) demesine rağmen Müslümanların mağlubiyetlerinin gerçek sebeplerinin; küfre ait sıfatları taşımalarıyla ilgili olduğunu;
-Müslümanlığın ve İmanın ise, asla mağlup olmadığını,
-Gerçek galibin kâfirler değil, onların taşıdıkları İslâma ait sıfatlar olduğunu, fikren ve fiilen ortaya koymuşlardır.
24-Pek çok ehl-i velâyet ve hakikatın, Ehâdiste “dünyanın tel’in edilip, cîfe ismiyle yad edilmesine” bağlı olarak dünyayı tahkir edip, ‘Fenadır, pistir’ demesine karşı;
-Onlar, Mânâ-yı harfiyle bakarak dünyayı üç yüzlü olarak görmüşler;,
-Birinci yüzünün, Cenâb-ı Hakkın esmâsının nakışlarını gösterip âyinedarlık eden, Mektubât-ı Samedâni olarak aşka lâyık olduğunu düşünmüşlerdir.
-İkinci yüzünü, Âhiretin tarlası, Cennetin mezrası görerek bu yüzü de sevmişlerdir.
-Sadece ehl-i dünyanın hevesâtına bakan, gaflet perdesi olan Üçüncü yüzü çirkin, fâni, zâil, elemli, aldatıcı görüp, Sahabeleri örnek alarak, âhiret ve marifetullah muhabbetiyle, Ehadisin tahkirine bu yüzü muhatap kabul etmişlerdir.
25- Mimsiz Medeniyet, Taaddüd-Ü Ezvâcı kabul etmeyip Kur’ân’ın hikmetli, maslahatlı o hükmünü reddederken; Onlar, izdivaçtaki en önemli hikmeti, yalnız kazâ-yı şehvet görmemişlerdir.
-Bütün hayvânâtın ve izdivac eden nebâtâtın tasdikiyle izdivacın hikmeti ve gayesini, neslin devamı; Kazâ-yı şehvet lezzetinin ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iye olarak düşünmüşlerdir.
-Senede yalnız bir defa tevellüde kabil (doğum yapabilen) ve ayın yalnız yarısında kabil-i telâkkuh olan (sıhhatli olabilen) ve elli senede pek çok vasfını yitiren bir kadın;
-Ekserî vakitte sıhhati devam eden erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyetin pek çok fahişehâneleri kabul etmeye mecbur kaldığını, medenilerin feci hallerini İslam’ın haklılığına delil kabul etmişlerdir.
26-Peygamberlere ve mucizelerine maddî manevî hayatımız için önemli bir rehber, pişdar olarak bakarak; Fenlerin gerçeğini bu şekilde ortaya koyup; henüz gerçekleşmeyen önemli keşif ve icatların ana felsefesini de ifade ederek; kıssaların, ana temasıyla insanlığa geniş ufuklar açmayı; bütün Peygamberleri, hayatın mihenk taşları olarak görmeyi başarmışlardır.
27-Peygamberimiz Hz. Muhammed ASM’ı klasik tarzda, hayatının kronolojisiyle tanımaktan ziyade;
-Rabbimizi Bize tarif eden bir muarrif sıfatıyla; iki cihan saadetinin prensiplerini Kur’an ve Sünnetiyle getiren; Kâinatın hakikatini kitap gibi ortaya koyan; insanı Ahsen-i takvim sırrına mazhar eden Andelib-i Zişan olarak tanımışlardır.
-ASM’ın hakikatini ve ulviyetini öyle kavramışlardır ki hayatlarını tamamen Onun tarzıyla geçirmeye çalışmışlar, Onsuz düşünemez, Onsuz yapamaz hale gelmişlerdir.
-ASM’ın Sünnetini “Kıblenameli Pusula” gibi görerek, Rabbimizin marzisine, Ona uyarak ulaşılacağını düşünmüş, çok hikmetli bir hayat ve İman Hizmetini de Onun rehberliği ile gerçekleştirmişler, 1400 yıl sonra da olsa Veraset-i Nübüvvet sırrına sahip olmanın tarzını yaşayarak göstermişlerdir.
-Onlar, her muamele-i şer’iyeyle amel ettiklerinde huzur almış, ibadet yaptıklarına, inanarak uhrevî meyvelere ulaşmışlardır.
-Az bir ömürde, hadsiz bir amel-i uhrevî elde etmek; her dakikalarını bir ömür kadar faydalı hale getirmek, âdetlerini ibadete ve gafletlerini huzura çevirmek için daima Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeye çalışmışlardır. (Sözler,485)
-İman ve Kur’an hakikatlerini yeniden günlük hayata indirmişlerdir. Ameli salihle birlikte, ondandan önce günahlardan azami derecede sakınıp, verilen bütün latifeleri, Marzi-i İlahi doğrultusunda kullanarak yüksek bir Takva sergilemişlerdir.
-ASM.’ın Hadislerinde sarahatle haber verilen cemiyet-i nuraniye gibi, âhirzamanın dalâlet komitelerinin tahribatçı, bid'akâr rejimlerini tamir edip, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ etmişlerdir.
-Âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi ASM. inkâr niyetiyle, şeriat-ı Ahmediyeyi (ASM.) tahribe çalışan en organize, en dehşetli, sahabenin bile korktuğu dinsiz komiteleri, ülkemizde mucizekâr, mânevî iman kılıcıyla, yani iman hakikatleriyle dağıtıp mağlup etmeyi başarmışlardır.
-İslam dünyasının iç savaşlarla hala sarsıldığı dünyamızda Türkiye’de sıhhatli bir Cumhuriyete doğru gidilebiliyorsa bunun arkasında Isparta kahramanlarını Cumhuriyetin Manevi Mimarları olarak görmek bir vefa borcudur. (29.Mek.7.Kıs.6.işr- 624)
28- Namazı “dünya saadetini de temin eden..., Abd ile Mâbud arasında en yüksek ve en lâtif bir nispet ve harika bir irtibat hali..” olarak algılamışlar;
-Namazla mü’minane Miraca çıkmanın, Subhane Rabbiyel A'la derken Rabbimizi tenzih ve O’na teslimde, sahabe-i kiramın hissiyatına yakınlaşmanın imkan dahilinde olduğunu ortaya koyabilmişlerdir.
29- İbadetin mânâsını, dergâh-ı ilâhîde abdin, kendi kusurunu, acz ve fakrını görüp kemâl-i rububiyetin, kudret-i samedâniyenin ve rahmet-i ilâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmek olarak görmüşler;
-Rububiyetin kudsiyet ve paklığının; abdin, kendi kusurunu görüp, Rabbini bütün nekaisten, kusurâtdan pak ve müberra olduğunu kavlen ve fiilen sübhanallah ile ilân etmesini;
-Rububiyetin kemâl-i kudretinin; abdin, kendi zaafını, mahlûkatın aczini görerek, Kudret-i Samedâniyenin azametine karşı istihsan ve hayret içinde lâfzen ve amelen Allahu Ekber deyip, ona iltica ve tevekkül etmesini;
-Rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmetinin de, abdin, kendisi dahil bütün mahlûkatın fakr ve ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbinin ihsan ve in’âmâtını şükür, senâ ve kalben, lisânen ve bedenen Elhamdülillâh ile ilân etmesini en zaruri bir vazife, ibadetin temel manası olarak idrak edip öyle de yapmışlardır.
30-Tahiyyatı, Allah'ın huzurunda bütün mahlûkatın ibadet ve tespihatlarını O’na takdim etmede; kendilerini, aslî vazifeli olarak algılamışlar;
-“Perde-i gayp açılsa yakinim ziyadeleşmeyecek..” diyen Hz. Ali’nin RA. İman ve ahlakını biraz olsun sergilemeyi başarmışlardır.
31-Âlimlerin ancak fikir beyan edebildiği Kaderin, ilim nev'inden olmasını; ilmin de ma'luma tâbi olduğunu; Rabbimizin zamanla kayıtlı bulunmamasını, âta ve Kaza kanunlarını, Şerri yaratmanın şer olmadığını, Kader anlayışının insana asla sıkıntı vermeyip aksine rahatlattığını ve Kaderin bütün tafsilatını Ehl-i Sünnet itikadına göre öğrenmişler, anlamışlar, anlatmışlardır.
32-Beşerin en büyük meselesi olan ölüm sonrası Haşir; Melekler, Ruh; Peygamberimiz ASM, Kur'an, Rabbimiz de dahil olmak üzere bütün İman hakikatlerini aklî delillerle de ispat ederek; bütün insanlığa arz edebilmişlerdir.
33-Dâhilde asayişi asla bozmamış, kuvvet kullanmaya asla itibar etmemiş, sadece ve sadece “Kur'anın elmas kılıncı” diye vasıflandırdıkları iman hakikatlerini ifade etmeye çalışmışlardır.
-“Medenilere galebe çalmak ikna iledir...” deyip Sünnete uygun medenî, ikna edici, ilmî ve farklı bir İman ve Kur’an Hizmet tarzını, Modern Devrin Cihadı olarak seçmişler;
-Tecavüz edenlerin çokluğuna rağmen dahilde asla kuvvet kullanmamışlar; tecavüzü değil müdafaayı meslek seçmişler; kendilerini hâkim değil, adeta mahkûm görerek, tahrip değil, tamir ile uğraşmayı uygun görmüşlerdir.
-Sivil karşı koyuşun, en nezih bir mücadele ve mücahede tarzını sergilemişlerdir.
-“Elimizde nur var, topuz yoktur.” diyerek tecavüz etmemiş; tecavüz edilse, nur göstermiş, bir nevi nurânî müdafaayı vazife addetmişlerdir.
-Onlar, düşman olarak “Cehalet, zaruret ve ihtilafı; silah olarak da “san’at, marifet ve ittifakı” kabul etmiş;
-“Bin müddeiumumî ve emniyet müdürü kadar bu memleketin asayişine hizmet etmemişsem, Allah beni kahretsin.” diyen Üstatlarının bu iddiasına tam mâsâdak olmayı fiilen başarmışlardır. (26.Lem'a,772)
-Onların mesleklerinin en önemli esasından birisi "şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir." Çünkü, Rabbimizin: "Birisinin hatâsıyla, başkası, akrabası hatakâr olmaz, cezaya müstehak olmaz" emrine uyarak’ suçun şahsiliğine ‘ inanmışlardır.
-Şiddetli zulme maruz kaldıklarında, zulümle mukabele etmemişler; tarafgirlik hissiyle, zalimlerin taraftarlarına, akrabalarına, çoluk çocuğuna adavet duygusu taşımamışlar;
-Bir insanın bir cani sıfatı sebebiyle bütün sıfatlarına düşman olanların; hatta bir câninin hatâsıyla, onun akrabalarına, taraftarlarına dahi adâvet edip, ellerinden gelirse zulmedenlerin; idare, hüküm elinde ise, bir adamın hatası için onun köyünün tamamına bomba atıp yakanların davranışlarını asla tasvip etmemişler, hep hatalı görmüşler, fikren ve fiilen onlarla mani olmaya çalışmışlardır.
-Çünkü Kur’an’a göre bir mâsumun hakkı, yüz câni için bile feda edilmez; caniler yüzünden başkalarına zulmedilmez. Bu davranışların tam aksine Kur’an’a göre, bir masumun öldürülmesi, bütün insanların öldürülmesi gibi büyük ve affedilmez bir zulümdür. Böyle itikat edip böyle yaşamışlardır.
-Vatanları için müdafaada olduğu gibi, komünizm için uzak doğuya kadar savaşmaya gitmişler amma Hizmetlerinde ise silahlı cihadı asla düşünmemişler; Cihad-ı mâneviyenin en büyük şartını vazife-i İlâhiyeye karışmamak olarak düşünmüşlerdir. "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz." diyerek gücü ele geçirmek, zorla fikir kabul ettirmek; idareye hakim olup bazı şeyleri bu yolla yaptırmayı hiç akıllarına getirmemişlerdir. (Emird, Son Mektup, 630)
(Devam edecek)