34-Avrupa'ya düşmanca bakan pek çok Müslüman’dan farklı olarak “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atlara ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden…” Avrupa’nın yanında olmuşlar; (17.Lem'a)
35-Hiçbir kimseyi, klasik Kâfir-Müslüman tanımlarıyla değerlendirmemiş; dost-düşman tavırlarını buna göre belirlememişler; insanî ilişkilerin menfi etkilenmesine müsaade etmemişlerdir,
36-Üstatlarına bağlı olarak; Batı'ya, Avrupa veya Amerika’ya, Hıristiyan ve Yahudi’ye İslam adına toptan menfi bir pozisyon almamışlar, onları lanetlememişlerdir.
-Ancak analiz ve sentezci bir tavırla, daha derin bir fetret manasını da düşünerek yanlış fikir ve icraatlara karşı tenkitlerini ilmî delillerle ortaya koyup diğer dinlerle müspet diyalogu seçmişler;
-Çoğu yerde onların gerçek müntesiplerini geniş mânâda İslam’ın içinde telakki edip, onlara “Müslüman İseviler” diyebilmişlerdir.
Hatta ASM’ın haberine dayanarak:
-Ahir zamanda Hz. İsa AS'ın geleceğine,
-Hıristiyanlık din-i hakikisiyle İslamiyet'in birleşerek küfrü mutlağı perişan edeceğine, Asr-ı Saadete benzer bir zeminin ortaya çıkacağına ruh-u canlarıyla inanmış; Dinsizliğe karşı onlarla diyalog, yardımlaşma yolunu seçmişlerdir. (20.Lem’a,15.Mekt.)
-Âhirzamanda Hadislerle haber verilen, Mehdi ve Hz İsa AS. gibi önemli eşhas tarafından gerçekleştirilecek iman, hayat… gibi safhalarla ilgili olarak Hakikat noktasında en mühim ve en âzamını, iman meselesi görmüşler; şimdiki insanların çok geniş, cazibedar ve ehemmiyetli gördükleri diğer safhaları öyle telakki etmemişlerdir.
-Üç mesele ile birden, umum rû-yi zeminin vaziyetini değiştirmeyi, Rivâyât-ı Hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyetin imanî hakaikteki tecdid itibarı ile oluşunu nazara alarak; nev-i beşerde câri olan âdetullaha muvafık görmemişlerdir.
-İman hizmetinin safvetini umumun nazarında bozmamak, avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, hizmeti başka maksatlara âlet etmemek için; faaliyetlerinde en âzam, en mukaddes mesele olan imanı esas almışlardır. (Kast.)
-"Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cemiyetin, Deccal komitesini, Hazret-i İsâ AS’ın riyaseti altında öldüreceğine ve dağıtacağına; beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracağına inanmışlar, şahs-ı manevi olarak onlara program hazırlamaya çalışmışlardır.(Mekt.)
37-Felsefeye de pek çok insan gibi toptancı bir zihniyetle menfi bakmayıp İnsanlığa faydalı, mataryalist olmayanını desteklemişlerdir.
38-Şükrü, “Hilkatin Neticesi...”; Bismillahı, “Her Hayrın Başı...”,Duayı, “Bir Sırrı Ubudiyet…” ve “Kainattan dergah-ı ilahiyeye gidin her şey…” olarak görüp, kabul ederek; Şükrün, Besmelenin ve Duanın çok küllî manalar ifade ettiğini pek yüksek bir idrakle sergileyebilmişlerdir.
-Besmeleyi, bu âlemde, her şeyin, Allah’ın izniyle gerçekleştiğini bilmenin, farkında olmanın bir ifadesi olarak; hep büyük bir zevkle, dillerine vird-i zebân yapmışlardır.(1.Söz)
-Zihnî ve kalbî tefekkürle, Besmelenin sihirli bir anahtar haline gelişini idrak edip yaşamışlar, o lezzeti tadabilmişlerdir.
-Esasen Şükrün, Allah'a yapılan bir teşekkür olarak, nimetlerden İn'amı görmenin, oradan da mün'im-i hakikiye geçmenin bir ifadesi olarak daima tatbik etmişlerdir.
-Böyle değerlendirilen bir Şükür sayesinde, kulluğun gerekli kıldığı, tevhid esaslı farkındalığın önemini tam kavrayıp, her zaman Şükür Ehli olmayı becermişlerdir.
39-Kur’an’ın, bütün hükümlerinin tazeliğini koruduğuna akıl ve kalp ittifakıyla inanarak; O’nun için tarihselliğin olmadığını, bütün efkârıyla, yeni nazil olmuş gibi taptaze durduğunu ilmen anlamış ve anlatmışlardır.
Kur’ân’ı,
-Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,
-Âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi,
-Şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
-Zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı,
-Sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı,
-Âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve
-şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi olarak idrak etmiş, öyle anlatmışlardır.
Onu, insana
-hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir …olarak düşünmüşler; idrak etmişlerdir.
40-“Kazandığına Sevinmez, Kaybettiğinize Üzülmez” müminler olarak doğru tevekkülün zirvesinde mükemmel bir hale gelebilmiş;
41-”Gücü dahilinde acze düşmeyen, gücü dışında cezaa sarılmayan, kainatın üzücü hadisatını; doğru ve sağlam okuyabilen bir iman gücünü ifade edebilmişlerdir.
42-Medeni olduğunu iddia eden pek çok insan, sosyal hayatta:
-İstinat noktalarını, kuvvet; Hedeflerini menfaat; Hayat prensiplerini mücadele, bağlılık temellerini menfi milliyet, Gayelerini, helal–haram demeden nefislerini tatmin ve İnsan ihtiyaçlarını artırmak olarak belirlemiş; bu tercihleri ile de ortaya; tecavüzler, boğuşmalar, çarpışmalar çıkmıştir.
Onlar ise,
-Kuvvet yerine hakkı; menfaat yerine fazilet ve rıza-i İlâhîyi; Hayatta, mücadele yerine, teâvünü; İnsanların ilişkilerinde, ırk yerine, din ve vatanı esas kabul ederek; Nefislerinin zararlı arzularına mani olarak kemâlâta koşmuşlardır.
-Bu ahlakları neticesi ittifak, tesanüt, uhuvvet ve birbirinin imdadına koşmakla; Dünya saadetini de çok açık şekilde gerçekleştirmişlerdir. (12.Söz)
43-Onlar beşerin perişan hallerinin arkasında: "Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!" felsefesinin, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmesini; "Sen çalış, ben yiyeyim." felsefesinin ise avâmı, kine, hasede, mübarezeye sürüklemesini Kur’anın rehberliğinden anlamış;
-İnsanlığın huzurunu bir kaç asırdır yok eden bu fikirlerin; şu asırda da emek-sermaye çatışmasıyla sosyal hayatı da mahvettiğini de Kur’an sayesinde idrak etmişler, onlarla mücadelenin en iyi örneklerini göstermişlerdir.
-Zengin ve fakirlerin ancak adil bir ilişkiyle rahatla yaşayabileceğini; bunun için, zenginlerde merhamet ve şefkatin; fukarada hürmet ve itaatin bulunması hakikatini ve bu büyük beladan kurtuluşun ancak Faiz yasağı ve Zekat vermek ile gerçekleşebileceğini idrak etmiş, anlatmış ve fiilen göstermişlerdir.
44-Sosyal hayatta fıkrat kanunlarına aykırı çığır açan, Bolşevik ve Sosyalistlerin hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamayacaklarını; bütün hareketlerinin şer ve tahrip hesabına geçeceğini;
-İnsanların, çok vazifelere uygun olmaları için ve çok hikmetlerle eşit yaratılmadığını; nev-i beşerin hilkatindeki bu hikmet-i esasiyeyi kaldırmadan, mutlak eşitlik kanununun tatbik edilemeyeceğini, Kur’an’dan öğrenerek ortaya koymuşlardır.
-Neseben, hayatça avam tabakasından, ancak meşreben, fikren, hukuk açısından eşitlik mesleğini kabul edenlerden olarak; şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı hep muhalefetle çalışmışlar; bütün kuvvetleriyle adalet lehinde, zulüm, tahakküm ve istibdadın aleyhinde olmuşlar ve hallerini devam ettirmektedirler.
Onlar, sosyal hayata acz ve fakr ve tevazu ile girerek örnek bir hayat sürmüşlerdir.
45-Takva adına, sofiyane söylenen “Bir lokma-bir hırka” iftirasının dillendirildiği zeminde, buna tamamen zıt olarak; “Terketmeden Terk etmenin, Yeni Yolunu” ortaya koymuşlardır.
-Tasavvuftan, matlup olup, Sünnette bulunan güzel şeyleri, farklı bir Kur’anî tarzda mesleklerinde yaşamışlar; ancak,
-Post modern asrın; lezzetlerin, hazların peşinde koşuşan narsis insanlarının karşısına, sofiyane bir anlayışla çıkmayıp;
-Yaşanabilir bir İslam’ı, Şarkın ulûmundan, Garbın fünûnundan oldukça farklı yeni bir tarzda, “Dünyayı kesben değil, kalben terk ederek…”bu asırda Sahabe Mesleğininin özünü göstermeyi başarmışlardır.
-Çok üstün varlık olarak yaratılan insanın, dünya ve onun lezzetlerini terk anlayışı ile karşı karşıya kalmasını “Lâ yukellifullahü nef’sen illâ vüs’eha” (İnsanların gücü yetmediği vazifeler, onlara verilmez) sırrına aykırı görmüş; teklif-i mâlâyutak yoktur’u fiilen ifade etmişlerdir.
46- Onlar, “İnsanın, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve lâtif bir mizaçla yaratıldığın, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana geldiğini, en müntehap şeyleri isteyip, en güzel şeylere meylettiğini, ziynetli şeyleri arzu ederek, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak istediğini düşünerek..; (Risale-i Nur Külliyatı,1215)
-Büyük evliyanın, yenen tavukları “Kum bîiznillâh” ile yürütmesini, yeme-içme için lüzümlu bir hal olarak anlatmak yerine;
-Ruhun cesede, kalbin nefse, aklın mideye hâkim olmasını esas alıp; lezzeti şükür için istemişlerdir. (Söz, İktisat Risalesi, 658)
47-Bu dünyada saadetin, terk-i dünyada olduğunu düşünmüş ancak “terkin; her şeye Hüdâ mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakla gerçekleşmesi gerektiğini, yaşayarak göstermişlerdir.
-Onlar, mutasavvıflar gibi, ”Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk” demeyip;
-Aksine, adeta “Celb-i dünya, celb-i ukba, celb-i hesti, celb-i celb” denilebilecek umumi, kolay yaşanabilir bir yol ortaya koymuşlardır.
-Kalben terki, kutsi kaynakların bu asra bakan bir hali olarak kesben terkin yerine başarıyla yerleştirip, yaşanabilir bir İslam'ın daha geniş bir yolunu sergilemişlerdir.
48--İnsanı yalnız bir kalpten ibaret görmeyerek; mâsivâyı terk etmemişler; Esmâ ve Sıfâtı bırakmamış, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelir diye, nefislerini öldürmeyi düşünmemişler;
-İnsanın, akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri olduğunu bilen ehl-i kemâl olarak, bütün letifelerini, kendilerine mahsus ayrı ubûdiyetlerle hakikat cânibine sevk etmiş, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette yaşamışlardır.
-Nefislerini islah edip, Kalplerinin kumandasında, diğer letifelerle beraber kahramanca yaratılış maksadlarına yürümeyi bilmişlerdir.
49-İmkânları kadar da olsa, İman Hizmetlerine muhakkak maddi katkıda bulunmuşlar; Kur’an’ın tavsiyesine uygun olarak “varlıklarında yokluklarında da verenlerden…” olabilmişlerdir.
50-Ruhun yaşayabilmesi için verilen, Akıl, Gadap ve Şeheviye kuvvelerinin, ifrat ve tefrit mertebeleri dışındaki Vasat hallerini füruatıyla beraber Sırat- müstakim görmüşler;
-Kutsi Kaynakların helal dediği nimetleri terk edip, nasipsiz kalmayı, yanlış bir davranış olarak görmüş; böyle hallerin, dinin emrettiği Sırat- müstakim olmadığını, fiilen, ortaya koyarak kıyamete kadar örnek olabilecek ilmî ve temel davranışlar sergilemişlerdir.
-Vasat mertebesine ait Hikmet, Şecaat ve İffet hallerini; Yaşanabilir bir İslam’ın, mümkün, kolay, hafif ve doğru şekilleri olarak Nur Külliyatından öğrenmiş, yaşamış, örnek bir hayat olarak ortaya koymuşlardır.
51-Dünyayı bir misafirhane telakki etmişler; onu yapan Mihmandar-ı Kerimlerinin Kanunları dairesinde hareket etmiş, izni dairesinde yiyip içmiş, şükretmişler; sonra arkalarına bile bakmadan, çıkıp, ebedi saadete doğru gitmeyi bilmişlerdir.
52-Tevekkülü, esbabı bütün bütün reddetmek gibi görmemişler. Belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüsü ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak'tan istemiş ve neticeleri ondan bilmiş ve O’na minnettar olmuşlardır.(23.Söz, 3.Nokta)
53-Leziz taamları, peder, valide ve evlâtlarını, eşlerini, ahbaplarını, hayatı, gençliği, güzel şeyleri, dünyayı sevmeyi, klasik insanlardan farklı olarak, fıtrî birer İhtiyaç görmüşler; ancak, bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına vermeyi bilerek, Nurlu Mü’mine yakışanı gerçekleştirmişlerdir. (Sözler, 870)
-Kendi ihtiyarları ile, bütün sevgililerin, asıl muhabbete layık olan Cenab-ı Hakkın Esmasına âyine olduğunu görerek, muhabbetlerinin yüzünü bu mecazî mahbuplardan hakikî Mahbuba çevirmesini bilmişlerdir.
-Meselâ, leziz taamları, güzel meyveleri, Rahmân-ı Rahîmin in’âmı, ihsanı cihetinde severek, hem Rahmân, Mün’im isimlerini sevmeyi başarmış; hem de mânevî şükre muvaffak olmuşlardır.
-Bu muhabbetin Rahmân namına olduğunu, meşru dairede kanaatkârâne kazanıp; mütefekkirâne, müteşekkirâne yemek tarzıyla göstermesini de bilmişlerdir.
-Rahman-ı Rahim olan Rablerinin, peder ve validelerine verdiği şefkat ve merhametle yetiştiklerinin farkındadırlar. Onlara, Hikmet ve Rahmet hesabına hürmet, muhabbet ederler. Onlar ihtiyar oldukları, hiçbir faideleri kalmadığı, evlatlarını zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve şefkat ederek Cenâb-ı Hakk adına sevdiklerini göstermişlerdir.
54-Hemen her zeminde “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayattan lezzet alır” kaidesiyle bakmayı becermişler; bela ve musibet karşısında müstakim, mü’minane bir tavır sergilemeyi, tevekkülle mücadeleyi;
-Hastalıklarda acz ve fakrı kavrayarak kemâlâta gidişin sırlarını bulmayı, hikmetli davranışlarla isyan etmeden normal hayata dönmeyi başarmışlardır.
55-Onlar, Yedi sekiz yaşındaki, elifbâyı ders almakta olan çocuklardan; tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın-erkek, köylü-şehirli; tahsilli-tahsilsiz hatta bir işçiden, bir bakana kadar, bir neferden, büyük bir kumandana kadar bütün fertler hemen hepsi:
-Beraberce
-İmanlarıyla tekniğe meydan okuyup, elleriyle ve hatta yaptıkları camlı rahlelerde ışıkla kopya çekerek yazdıkları Risalelerle bütün insanlığa büyük bir tefsir sunmayı,
-Bu Risaleleri çoğaltmayı,
-Büyük tehlikelere, büyük imkânsızlıklara rağmen,
-çok iyi, müthiş bir organizeyle,
-en ücra köşelere, devlet reisine, parlamentoya kadar ulaştırmayı,
-Birlikte çoğalttıkları Risale-i Nurdan birlikte ders dinlemeyi,
-Bir vücudun azaları gibi hizmetleri paylaşıp faaliyet göstermeyi,
-Birer alim gibi takva ile yaşayıp örnek bir hayat sergilemeyi,
-Allahtan başka hiçbir şeyden korkmayarak,
-Hayatlarını bile hiçe sayarak,
-Rızk, makam vb telaş ve endişesine düşmeden;
Hayatlarını vakfetmeyi,
-İman Davasına adanmışlığı gerçekleştirmişlerdir.
"Şimdi Türkiye'de, her teşekkülün, vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lazım gelen bir kuvvet vardır: Bediüzzaman’ın “Isparta Kahramanları” dediği Risale-i Nur Talebeleri ve onların yapmaya çalıştığı Nur Hizmeti" (Risale-i Nur Külliyatı, 2207)
Isparta Kahramanlarına, bu keşmekeş asırda, bütün insanlığın iki cihan saadeti için sundukları bu Kur’anî hizmette, muvaffakiyetler, yazıma O’nun ümit var sözleriyle son vermek isterim.
“İstikbalde en yüksek gür seda İslam’ın sedası olacaktır.” İnşallah…