Yasemin Çongar'ın röportajı:
Ayşe Sarıoğlu 27 yaşında. Ankara’da doğup büyümüş, beş yıldır İstanbul’da yaşıyor. Bilkent Üniversitesi’nden mezun ve şu anda, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde Siyaset Bilimi mastırını tamamlayabilmek için Peyami Safa ve muhafazakârlık üzerine yazdığı tezi bitirmeye çalışıyor. Bir yandan da, gazetecilik yapıyor. Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine, bu seferi Taraf’a yazmak üzere binmişti Ayşe. Dün sabaha karşı Ben Gurion Havaalanı’ndan gönüllüleri getiren uçakla İstanbul’a döndü ve Adlî Tıp’taki muayenesinin ardından, gazeteye geldi.
Ayşe’yle, Mavi Marmara’nın İsrail askerlerinin müdahalesiyle hunharca yarıda kesilen ama bir bakıma da amacını fazlasıyla yerine getiren “Gazze seferi”nin her ânını konuştuk.
» Bu sefere katılmaya niye karar verdin?
Filistin konusuna duyarlı bir insanım, bu konuda tarafım. Ama bu sefere muhabir olarak gitmek istedim. Gazetecilik açısından bunun önemli olduğunu düşünüyordum ve Taraf’la konuşup muhabirlik yapmak üzere anlaşınca da hiç tereddüt etmedim. Gidip haber yapmak istiyordum.
» Yola çıkarken, Mavi Marmara’nın nereye varacağını düşünüyordun?
Hedef Gazze’ydi; ona kilitlenmiştik. Hatta ben, ailemin de tavsiyesiyle, Gazzeli çocuklara götürmek üzere bol miktarda şeker aldım yanıma. Sonuçta Gazze’ye varmayı başarıp başaramayacağımızı bilmiyordum. Ama büyük iyi niyetle, uzun bir yolculuk olabileceğini, belki Gazze’ye varana dek çok beklemek zorunda kalabileceğimizi düşünerek yola çıktık. Hatta yanıma bir sürü antibiyotik aldım; hayatta içmem ama B, C vitaminleri aldım. En kötü ihtimalle, Gazze’de çok ihtiyaç var, orada bırakırım, boşuna yük olmaz diye çeşitli ilaçlar taşıdım. Konservelerimi kendim götürdüm. Bayağı bir hazırlıkla gittim.
» Hiç olay çıkacağını düşünmedin mi?
Düşündüm. Geçen sefer Mısır’da olanları biliyordum. Ama gemi olduğu için, arkasından daha büyük eylemler geleceğini düşünecekleri için, bu seferin İsrail açısından daha büyük bir kırılma noktası olduğunu anlıyor ve İsrail’in daha temkinli yaklaşmasını bekliyordum. Sonuçta Mısır’dan Gazze’ye girilmiyor yani. Kesinlikle bu yaşananları beklemiyordum.
» Bu seferden önce İHH ile özel bir bağlantın, tanışıklığın var mıydı?
Gazeteci olarak biliyordum onları. Ayrıca bir bağlantım yoktu. İHH yetkilileri de dâhil olmak üzere herkesle yolda tanıştım.
» Yola çıkmadan İHH’nın hazırlık toplantılarına katıldın mı?
Hiçbirine gitme fırsatım olmadı, tezime çalışıyordum.
» Sen kişisel olarak nasıl bir hazırlık yaptın? Fiziksel olarak, psikolojik olarak hangi ihtimallere göre tedarikliydin?
Altmış beş litrelik dağcı çantalarından aldım. Kendimce içini çok mantıklı şekilde doldurdum. “Bir hafta” dediler yolculuk süresi için. Ama bu iş bir haftada bitmez kesinlikle diye, 15-20 günlük eşya hazırladım. Tabii, deniz yolculuğu bu, yemek ihtimali olmaz diye, konserveler aldım. Hatta çok komik, o kadar rahat bir yolculuk bekliyormuşum ki, gözaltı kremi ayrı, yüz kremi ayrı, vücut kremi ayrı... hepsini aldım. Arkadaşlarım dalga geçti, “Ne kadar ciddi bir yere gittiğinin farkında değil misin” diye... Farkındaydım tabii ama hayat da devam ediyor... Hem iyi bir niyetle gidiyoruz, ne olabilir ki diyordum. Tabii, gazetecinin yanında olması gereken her şeyi aldım. Fotoğraf makinem, ses kayıt cihazım, laptopum vesaire...
» Silahın yoktu yani?
Ne silahı? Kimsenin silahı yoktu. Benim küçük bir çakım vardı, tırnak makası, törpü olan cinsten. Onu da çantanın en görünür yerine koymuştum ki, olası bir durumda hemen bulunsun, kimse eşyalarımı aramasın diye... Sonra baktım gemide ele geçen silahlar diye dizdikleri şeyler arasında benim ufak çakı da var. Kimsenin silahı yoktu, bıçak, tabanca vesaire yoktu.
» Yola çıktığınız güne dönelim...
Akşam Fatih’te İHH’nın önünden otobüs kalkıyordu Antalya’ya gitmek üzere. Onlarla tanışmış olurum diye bir gün sonra uçakla gitmek yerine otobüse bindim. Nasıl insanlar var, kimler var? Gittim baktım. Dünyanın her yerinden aktivistler vardı. İspanyollar vardı, onlarla çok yakın arkadaş olduk sonra. Bol bol dayak yedi onlar da. El Cezire’den birkaç muhabir vardı. Yabancı basından, başka gazetelerden muhabirler vardı. Hep beraber güle oynaya gittik otobüsle. Antalya’da da öyleydi... Yolculuğun süresi uzadı, iki üç gün bekledik. Ama ilgi de arttı burada, daha fazla gazeteci katıldı.
» Gemiye toplam kaç kişi bindiniz?
Altı yüz dendi bize. Tam rakam 586 sanırım.
» Önce bir stadyumda toplandınız değil mi...
Evet, yabancılar stadyumda yattı kalktı, beklerken. Basın mensupları olarak biz başka bir yerde geceledik. O stadyumu görmeniz lazımdı gerçekten. Çünkü insanlar, esnaf, gençler ziyaret geliyorlardı. Dolup taştı stat. Herkes “Biz gidemiyoruz, siz bizim yerimize de gidiyorsunuz, Gazzelilere şunu söyleyin, bunu anlatın, böyle yapın, bir bu sefer gelemedik...” diyordu. Antalya’daki hava çok ilginçti. Araba konvoylarıyla uğurlandık.
» Gemide yük yoktu, sadece gönüllüler vardı, öyle mi?
Kargo gemisi değildik. Yolcu gemisiydik ama yine de biraz yardım malzemesi götürüyorduk.
» Kargo gemilerinin yükü arandı mı, konşimentoları hazırlandı mı?
Tabii, tabii. Gemiler arandı. Dokuz gemiydik başta. Sonradan sabotaj filan dendi, Challenger’lardan biri arızalandı. Onun yolcularını biz aldık. Kargo gemileri zaten ayrıca yola çıktı. Bizle bir ilgisi yoktu. Onlarla Kıbrıs’ta buluşacaktık. Bunun bir nedeni de Yunan milletvekillerinin bize katılmak istemesiydi. Kıbrıs Rum yönetimi engel oldu, sonra kuzeyden geldiler. Diplomatik bir sorun yaşandı orada.
» Geçen hafta perşembeyi cumaya bağlayan gece denize açıldınız...
Gece 12:30’da neşe içinde çıktık yola. Biz gazeteciler hemen basın odasına yerleştik, çalışmaya, ilk haberlerimizi hazırlamaya başladık.
» Nasıl bir düzen vardı gemide? Nerede uyudunuz?
Birinci katta kadınlar kalıyordu. Zaten daha önce Adalar’a sefer yapan bir gemi. Aynı koltuk düzenleri duruyor. Herkesin uyku matı vardı, uyku tulumu vardı. Yataklar serildi, kimi insanlar koltukların üzerine, kimi insanlar yerlere yattı. Kadınların durumu daha rahattı çünkü sayımız azdı. Erkekler çok kalabalık oldukları için ikinci katta biraz üst üsteydiler. Üçüncü katta basın odası vardı. Sadece basın mensupları girebiliyordu. Televizyonumuz ve 24 saat internet bağlantımız vardı. En üst katta ise, sonradan baskının gerçekleştiği yerde televizyonların canlı yayın yaptığı alan vardı.
» Topluluğu biraz anlatır mısın? Doksanı kadın 600’e yakın insan arasında yaş, din, dil farklılığı çok muydu?
En çok o farklılığa şaşırdım. Her meşrepten insan vardı. Arap, Afrikalı, Kosovalı, Boşnak, İngiliz... Ama herkes o kadar coşkuluydu ki, hiç durmadan şaşırdım yolculuk boyunca.
» Çocuklar vardı deniyor...
Hayır. Bir tek gemi mürettebatından birinin çocuğu Türker Kağan ile annesi Çiğdem Hanım vardı. Tek çocuk oydu.
» İlk olarak Kıbrıs açıklarında demirlediniz sanırım. Ne zaman vardınız oraya?
Perşembe gecesi yola çıktıktan sonra cuma günü 14:00 civarında Kıbrıs açıklarında demirledik. Ve pazar gecesi 3:00’e kadar hiç hareket etmedik.
» Gergin bir bekleyiş miydi bu?
Çok yoğunduk. Basın açıklamaları oluyordu. Haber geçiyordum Taraf’a... Challenger’dan yolcular geldi, onları aldık. Meşguldük yani.
» İlk 24 saat nasıl geçti? Gemide bir günü anlatır mısın?
Ben sürekli haber peşindeydim, gazetecilerin günü diğerlerinden farklıydı. Basın sürekli çalıştı, çünkü hikâyeleri değişik olan çok fazla insan vardı. Onlarla konuşup yazıyordum. Gönüllüler ise gayet neşeliydi, herkes kendi meşrebine, inancına göre bir şeyler yaptı. Bunu abartarak söylemiyorum, bir yanda dua okuyanlar, başka bir yerde sohbet edenler, şarkı söyleyenler, küçük küçük gruplar halindeydi herkes. En ilginci de, fotoğraflarını geçmeye vaktim olmadı maalesef ama gemideki kızlar ellerine kına yaktılar...
» Niye yaptılar bunu?
Araplarda da varmış bu âdet. Kurban verileceği zaman kına yakılırmış, hani bizde de kesilecek koyunlara yakarlar ya... Baskının bir gece öncesinde İranlı, Kuveytli, Yemenli, Türk kızlar ellerine kına yaptılar.
» Kurban verebileceklerini mi düşündüler...
Tam bilmiyorum.
» Ya Müslüman olmayanlar... Gayrımüslimlerle Müslümanlar arasında bir ayrışma var mıydı?
Hayır, herkes iç içeydi. Mesela benim haberini geçtiğim bir İngiliz vardı, adı Peter. Müslüman olmamıştı ama anlamaya çalışıyordu. Herkesle ayrı ayrı oturup konuşuyordu. O adamcağız zikir çekenlerle oturuyor, sonra gidip başkalarıyla yemek yiyordu. “Peter” diyordum, “kafan karışmıyor mu?” Çok hoşuna gidiyordu. Vatikan’ın sürgündeki Kudüs Başpiskoposu da vardı aramızda. 88 yaşında bir adam bu arada... Avrupalı vekiller de vardı tabii.
» Gazetecilerin dayanışması nasıldı? Öldürülen gazeteci Cevdet Kılıçlar’ı tanıyor muydun?
Evet, Cevdet Bey hiç basın odasından çıkmıyordu ki. Sürekli çalışıyordu. Hatta ben ona, “Ne kadar güzel bir yerdeyiz, cruisedayız, seyahat gemisindeyiz, çık biraz dolaş, güneşlen” diyordum... O hiç güverteye çıkmadı ama. “Bu gezme gezisi değil, çalışma gezisi... Bir dahaki sefere gezeceğiz” diyordu. Sonra baskın sırasında onu alnından vurulmuş halde gördüm.
» Baskına geleceğim... Ama öncesinde sizlerde nasıl bir beklenti vardı, tehlikenin farkında mıydınız, onu merak ediyorum.
En fazla Taksim’de olabilecek bir eylemdeki kadar bir şeyler olmasını bekliyorduk.
» Ne olabilirdi sence?
Gaz bombası, coplar, arbede... en fazla bu. Hatta plastik kurşun atabilirler diye düşündük. “Plastik kurşun, Allah muhafaza göze gelirse, kör eder...” diye düşünüyordum ben.
» Önlem almış mıydınız?
Buna karşı sapanlarımız vardı sadece...
» Başka bir silah yok muydu?
Silah kesinlikle yoktu. Otuz adet gaz maskesi vardı, canlı yayın yapan arkadaşlara onlar dağıtılmış.
» Gemiye İsrail askerinin indirme yapabileceğini düşünüyordunuz öyleyse...
En azından ben öyle düşünüyordum. Gemiye müdahale etmek isterlerse, çıkacaklardı. Diğer türlü gemiyi batırmaları gerekirdi, o çok şiddetli olurdu. Gemiye çıkartma yapıp bizi durduracaklarını, rotamızı değiştirmeye zorlayacaklarını düşünüyordum. Gemiye çıkartma yapmak için de gaz bombası atabilir, ses bombası, plastik kurşun. Olacak budur, sonra da bizi sınırdışı ederler...
» Grubun amacı sadece yardım malzemesi götürmek değildi anladığım kadarıyla. Ablukaya karşı bir eylem amacı da vardı değil mi?
Grubun amacı yardım götürmekti. Hatta paketlenmiş oyuncaklar, çocukların yazdığı mektuplar vardı. Türkiye’den çocuklar Gazze’den çocuklara “Sevgili kardeşim” diye mektuplar yazıp oyuncaklarını göndermişler. Çok sembolik, çok anlamlı ama şimdi bakınca çok naif şeyler götürüyorduk. Çocuk parkları taşıyorduk onlara.
» Olası riske karşı hiç hazırlık yapmadınız mı gemide?
Mühim olan gaz maskeli arkadaşlarımız canlı yayını sürdürsünler diye düşünüyorduk. Saflığa bakar mısınız?
» İsrail’in uyarılarının ciddiyeti kavranmamış mıydı?
Bence kavranmamıştı. Çok sonra cezaevinde bir İsrailli asker bana, “Bilmiyor muydun bunun böyle olacağını, bu sonu, gelirken göze almamış mıydın” dedi. “Hayır,” dedim “bu kadarını tahmin etmiyordum. Ama öğrendim şimdi”. Güldü.
» Baskın ânında gemide Türk bayrağı çekili değil miydi?
Evet, ama Filistin bayrağı, Suriye, Kuveyt bayrağı, her milletin bayrağı vardı. İsrailli askerler ilk iş o bayrakları söküp denize attılar zaten. En başta da Filistin bayrağını... Hatta bende gaz maskesi niyetine, kefiye vardı, boynumda. Baskın başlayınca dışarı fotoğraf çekmeye çıktığımda, onunla ağzımı kapadım. Sonra kendi kendime “ne yapıyorsun” dedim. Allahım, kefiye yüzünden kadın olduğumu da anlamayacaklar. Hemen onu çıkardım, saçlarımı çözdüm ki karşılaşınca beni direnişçi sanmasınlar.
» Baskın pazartesi sabahı saat kaçta başladı?
Sabah ezanı okunduktan hemen sonra.
» Gemide ezan mı okunuyordu?
Evet, biri yerinden ezan okuyordu. Sabah ezanı okunmuş, insanlar abdestlerini almış, isteyenler namaza durmuştu.
» Ne oldu o sırada? Hava karanlık olmalı...
Hava zifiri karanlıktı. Zaten etrafımızın sarılmaya başladığını anlamıştık. Size haber atmıştım hatta. Yetmiş milde filandık. Sarıldığımızı anlayınca, uzaklaşma kararı aldık. Yaklaşırlarsa ciddileşir diye, rotayı Mısır’a kırmaya karar verdik. Seksen mile çıkacaktık. Açıldık. Sabaha kadar açılıp bekleriz, İsrail askerleri de döner gider diye düşündük. Çünkü biz uluslararası sularda bir müdahale kesinlikle beklemiyorduk. Basın dâhil kimse beklemiyordu. Yetmiş sekiz mildeyken baskın yedik.
» Amaç uluslararası suları aşıp İsrail karasularına mı girmekti?
Grubun amacı dikkat çekmekti sanırım. Mısır açıklarında, Mısır karasularında kalmayı, birkaç gün geçirmeyi, bu esnada kamuoyu oluşturmayı planlıyorlardı. Haberler gittikçe artıyordu dünyada da Türkiye’de de. Ama sanırım İsrail paniğe kapıldı, haber akışını durdurmak istedi. Hatta sonra bunu İsrailli askerlerle bile konuştuk. Onlar da aceleci davrandıklarının farkındaydılar. Hapishanede bir İsrailli asker böyle söyledi bana.
» Zifiri karanlıkta namaz kılan insanlar var... Sen neredesin o sırada?
Ben bir hareketlenme sezince, basın odasından çıktım. O gece 2:00 ile 4:00 arası bir şey olmasını beklediğimiz için uyumamıştım.
» Uyarı mı almıştınız?
Hayır ama saat 22:30’dan itibaren etrafımızda hareket artmıştı, gemiler görüyorduk. Tepemizden helikopterler uçuyordu. Hatta 22:45’te bir basın toplantısı vardı. O iptal edildi. Can yelekleri dağıtıldı ne olur ne olmaz diye. Bir yandan uydu bağlantısı kesiliyordu sürekli, internet gelip gidiyordu. İsrailliler frekansları bozuyordu. Onlar bozdukça, biz alıcıları yükseltiyorduk. O şekilde ilerleyip bir şeyler olmasını bekliyorduk. Ama bu değildi beklediğimiz.
» Gemiye yaklaştıklarını, bir baskın olabileceğini hissetmiştiniz ama...
Biliyorduk.
» Korkuyor muydun?
Hayır.
» Ya diğerleri?
Kimsede panik yoktu, herkes sakindi. Düşünsenize yaş ortalaması çok yüksekti. Bir sürü yaşlı insan vardı, kadınlar vardı. Kimse böyle bir saldırıya maruz kalacağımızı sanmıyordu. Türkler de, yabancılar da sanmıyordu. Üç yüz kadar Türk, iki yüz kadar yabancı vardı gemide. Yuvarlak rakam bu.
» Sesleri duyup basın odasından çıktığında ne oldu?
Dışarı çıkınca ışıklarını yakmış bir Zodiac’ın büyük bir şiddet ve hızla bize yaklaştığını gördük. İçindeki askerler silahlarını kaldırmış, tamtam çalan yerliler gibi hareketler yaparak geliyorlardı bize doğru. Hepimiz ona yoğunlaştık. Kameramın zoom’unu ayarladım, öyle yapınca, askerlerden birinin yüzündeki en ince ayrıntıyı gördüğümü fark ettim. O anda anladım ki çok yakınımızdalar. Zoom’a filan gerek yok, niye zoom’luyorum ki. Burnumuzun dibindeler. Birden herkesin aklına şu geldi, “bu Zodiac bizim dikkatimizi dağıtmaya çalışıyor olabilir mi acaba?” Çünkü o bota bakarken etrafımıza bakamıyorduk. Böyle düşününce birden bir de baktık ki her tarafımız sarılmış zaten...
» Neyle sarılmış?
Hücumbotlarla. Sonra sayıları da öğrendik tabii. On helikopter, dört tane firkateyn, kırk kadar hücumbot... İnanılmaz bir rakam.
» Sarıldığınızı anladığın anda sen güvertedesin... Başka kimler var?
Erkekler ve basın mensupları. Hiç kadın yoktu. Kadın gönüllüler çok fazla öne çıkmıyorlardı zaten. Kendi kendilerine kalıyorlardı. Bir kadın gruplaşması vardı.
» Güvertedeyken elinde kamerandan başka bir şey var mıydı?
Hayır, bütün gazeteciler kendi kanalı için çekim yapıyordu. Askerler bize doğru geliyor, biz de onları çekiyorduk.
» Herhangi bir anons yapılıyor muydu? İsrailliler uyarıyor muydu sizi?
Hayır. Hiç anons yapılmadı. Biz birbirimizi uyarıyorduk. İsrailliler sadece kaptanla konuşmuşlar. Onu da yan gemiden dinleyen arkadaşlarla sonradan hapishanede konuştuğumuzda öğrendim. Bizim telsizi dinliyorlarmış. İsrailliler, “İstikamet ne” demiş. Kaptan, “Gazze” demiş. Ona “Aşdod’a dön” demişler. Kaptan, “Negatif” demiş. Tekrar istikamet sormuşlar. “Gazze” demiş ama sonra “Açılıyoruz” da demiş.
» Güvertede sarıldığınızı anladığınız andan sonra ne oldu?
Zaten o esnada askerler arkadan gemiye çıkmaya başlamışlar.
» Helikopterlerden mi indiler?
Her şey o kadar hızlı oldu ki. Aynı anda botlardan çıktılar ve helikopterlerden iplerle indiler. Ve iner inmez ateş açmaya başladılar.
» İner inmez mi? Rastgele mi?
Evet, rastgele. Cevdet Bey en öndeydi, elinde fotoğraf makinesi. Ve şöyle dediğini hatırlıyorum, “Kaptan köşkü düşerse gemimiz gider. Orada barikat kuralım arkadaşlar.” Ama savaşıp mücadele edelim değil. Etten duvar örelim. Gayet makul gibi duruyor değil mi? Cevdet Bey’i alnının ortasından vurdular.
» Vurulduğu ânı gördün mü?
Cesedini gördüm.
» Ne zaman vurulduğunu biliyor musun?
Çıkıp kaptan köşküne yönelir yönelmez. Vurulup arkadaşının kucağına düşmüş. Kafasından vurulmuştu. Gördüm.
» İsrailli askerler ilk başta plastik kurşun mu attılar?
Öyle zannettik. Ama öyle değildi. Etrafta plastik kurşun filan yoktu. Hatta ben yerde bulduğum mermileri cebime koydum, askerler sonradan benden aldılar tabii. Silahtan anlamam ama inanamadık, gemide başkalarına gösterdim, “bu gerçek, bu ağır, bu metal, bu plastik filan değil” diyordum. Paintball oynamıyorlardı yani. Dışarıda ateş edildiğinin, insanların vurulduğunun farkına varınca hemen içeriye girdim. Orada da kriz merkezi kurmuşlardı. Doktorlarımız, hemşirelerimiz vardı. Yaralılar içeriye taşınmaya başlamıştı. Orada bekledim. İlk yaralı geldi. Kolundan vurulmuş bir erkek. İsmini hatırlayamadım. “Gerçekmiş” dedim. Gerçek kurşun yani, çünkü kolu parçalanmış. İnanılmaz kanıyordu. Ve ilk defa kanı görünce, orada neyin ne olduğunu anladım. İşin şakası olmadığını anladım.
» Ne yaptın o anda?
O anda düşündüm. Korkunç kan kaybeden bir insan var ve ben fotoğraf çekiyorum. Ne yapmalıyım? Gazetecilik mi? Hayır, bunu yapmamalıyım dedim. Daha farklı bir şey yapmam gerekiyor. Çünkü yeterince insan yok. Yardım etmeye karar verdim. İlkyardımdan pek anlamam ama hemşireler ne söylediyse onu yaptım. Yaralıların ellerini tuttum, serum tutmak gerekiyorsa onu tuttum, “Elini şuraya bastır” dediler, bastırdım. Bizim dokuz doktorumuz vardı galiba... Yetmedi. O kadar çok yaralı geliyordu ki.
» Yaralılara yardıma başladığında dışarıda ne oluyordu? Ne işitiyordun?
Ateş ediyorlardı. Pat pat pat... Arbede sesleri vardı.
» İsrail makamlarının yayınladığı görüntülerde, askerlere sopalarla vuruluyor. İsrailli askerler de “Bizi dövdüler” diye açıklama yaptılar. Buna tanık oldun mu?
Hayır, askerlerin dövüldüğünü görmedim. İlk İsrailli askerin aşağıya indirildiğini gördüm. Ona bir şey yapılmadı. Hatta şu konuşuldu. “Esir hukuku var, dokunmayın” dendi.
» O asker nasıl etkisiz hale getirilebilmişti peki?
Gemiye ilk atlayan asker olduğunu sanıyorum. Atlayınca sendeleyip düşmüş. Hep beraber yakalamışlar.
» Silahını da mı aldılar?
Silahını almışlar o arbedede ve silahı da aşağıya getirdiler ama sonra birisi “eğer İsrail silahıyla yakalanırsak, çok korkunç olur” dedi ve silahı hemen denize attılar. Askerlerin silahları denize atıldı.
» Asker darp edilmiş miydi?
Sistematik bir dayaktan bahsedemem ama ona vurmuşlardı tabii.
» Ne durumdaydı?
Şoktaydı. Eli ayağı titriyordu. Gözleri dolmuştu, ağladığını gördüm.
» Başka asker esir alındı mı?
Toplam üç İsrail askeri esir alındı, üçünün de silahları denize atıldı. Silahların hiçbiri tutulmadı.
» Bir yandan hastalara bakarken bir yandan askerleri izliyorsun sen o sırada...
Evet, çünkü askerler de, hastalar da aynı yerden içeri giriyordu. Üst kat, basın odasının olduğu kat düşmüştü. Oradaki gazeteciler tutuklanmıştı.
» Önce üst kat düştü, siz erkeklerin katında bir süre direndiniz... Öyle mi?
Erkeklerin katı, acil servise dönmüştü. Dışarıda ateş sürerken içeriye yaralı taşınıp duruyordu.
» Nasıl yaralanmışlardı? Neler gördün?
Anlatmalı mıyım sizce?
» Anlatabilirsen...
Yerlerde beyin parçaları vardı. Bir kafatası kemiği gördüm, beyin parçası gördüm. Bağırsakları dışarı çıkmıştı birinin.
» İçlerinde tanıdığın var mıydı?
Tabii, gemide herkesle yedik içtik, güldük, sohbet ettik, kaynaştık.
» Yaralılar arasında konuşup ne olduğunu anlatabilenler var mıydı peki?
Hayır, yoktu. Genelde su istediler. Kelime-i şahadet getirmelerine yardımcı olundu. Onların da isteği o doğrultudaydı.
» O sırada bir ölüme tanık oldun mu?
Yaralı olarak bakıp son teslim ettiğimiz kişi ölmüş, yani askerlere verdiğimiz bir kişi. O zaten can çekişiyordu.
» Ceset gördün mü?
Ceset gördüm. Zaten cesetleri, hep yaralılar getirdi. Arbede yaşanırken kimse cesetleri askerlere bırakmayıp, yaralı halde de olsa içeri taşıyorlardı. Dört veya beş ceset gördüm. Yukarıda kalanların sayısını bilmiyorum.
» İkinci kat düşmedi mi?
İkinci kata inmediler hiç.
» Silah sesleri ne zaman durdu? Ne zaman İsrail askerlerinin denetimi ele geçirdiğini anladın?
Sabah dördü çeyrek geçe gibi başladı dersek eğer, her şey beşi beş geçe, on geçe gibi bitti. Baktık ki ölüler var. Yaralılar başa çıkılmayacak şekilde artarak geliyor. Herkes şokta. Ve Pervin diye Pakistan asıllı İngiliz bir arkadaşım megafonu eline aldı, İngilizce “Kan kaybediyoruz. Yaralılarımız var. Teslim oluyoruz. Ateş etmeyin. Yapmayın” dedi. Böyle çırpındılar. Aynı anons Arapça ve Türkçe de tekrarlandı sonra.
» Bu anons üzerine İsrailliler ne yaptılar?
Megafonu kestiler. Cevap vermediler.
» Anonstan sonra ateş devam etti mi?
Hayır, ama zaten dışarıda da kimse kalmadı. Herkes aşağıya kaçtı.
» Teslim bayrağı çekildi mi?
Tam olarak görmedim. Ama İngiliz bir kadın bir kartona teslim oluyoruz diye yazıp dışarı çıktı. O anlamda teslim bayrağı çekmiş olduk.
» Ateş kesildikten sonra ne oldu?
“Lütfen, yardım edin. Yaralılar var” anonsları yapıldı. İsrailliler yardıma gelmediler. Uzun bir bekleyiş başladı. İçeride öylece oturuyorduk. Dışarıda gaz bombasına maruz kalmış gazeteciler vardı. Ben soğanın iyi geldiğini biliyordum. Mutfaktan soğan buldum. Bıçak bulamadım ama elimle parçaladım. Ağızlarına, burunlarına soğan sürdüm. Her tarafım soğan koktu.
» Ne hissediyordun o sırada? Korku, endişe, öfke?
Basın odasında değildim. Aşağıda erkeklerin arasında kalmıştım. Biraz endişelendim. “Eğer o katı basarlarsa durumum ne olabilir” diye düşündüm. Tamam, silahsızız filan ama erkeklere toplu halde saldırabilirlerdi. Kadınlara belki biraz daha ihtimam gösterebilirlerdi ama dedim ki artık yapacak bir şey yok. Buradayım. Sonra son yaralıyı, o bahsettiğim elimi tutan yaralıyı dışarı çıkardık. Arkadaşlar sedye getirdiler.
» Kimdi o?
Karnından yaralanan sakallı bir beydi. Siirtli. Vefat etti. İnanılmaz derecede kan kaybediyordu. Yan yatmıştı. Onu yetiştirmeye çalıştık bir an önce. Pazarlık için, İngiliz arkadaş Pervin önden gitti. Ben de sedyenin arkasından yavaşça gidiyordum. Dışarıya yaklaştığımda bir de baktım, üzerimdeki beyaz tişörtte kırmızı noktalar var.
» Kırmızı noktalar mı?
Lazer ışığı. Silahlarını benim üzerime doğrultmuşlardı. “Eyvah” dedim.
» Ne yaptın?
Olduğum yerde, en ön koltuğa sessizce oturdum. O ana kadar İsrail askerlerinin tam olarak nerede olduklarını bilmiyordum. Ama anladım ki dış güverteyi ele geçirip her yeri sarmışlar.
» Sedyedeki yaralıyı teslim edebildiniz mi?
Evet, ama onu nasıl taşıdıklarını görünce öleceğini anladım. Helikoptere koymak için bir üst kata çıkarttılar. Çok kanaması vardı ve sedyeyi baş aşağı taşıdılar. Başının aşağıya gelmemesi gerektiğini biliyordum. Yaralıları hep çok kötü taşıdılar zaten.
» İç salonda sen yerine oturup kaldığında diğerleri ne yapıyordu?
Onlar da oturuyorlardı. İki Alman milletvekili, Norveçli akademisyen oradaydı. Onların arasına oturdum. Zaten ilk önce onları aldılar. Üstlerini aradılar. Ellerini bağlayıp yukarı çıkarttılar. Sonra Türklerden ilk olarak beni aldılar. En önde oturuyordum. “Sen beyaz tişörtlü, gel” dedi bir asker, “ellerini havaya kaldır, öyle gel.” Üzerimde hırkam da vardı. Sakince, ellerimi fazla oynatmadan düğmelerimi açmamı istedi. Açtım baktı. Zaten bir tane, içine pasaport sığacak kadar küçük bir çantam vardı. Ellerim kelepçelendi.
» Plastik kelepçeyle mi?
Evet, plastik ama çok sıkı bir şekilde ve arkadan... “Basın mensubuyum” dedim. “Basın kartın nerede” dedi. Bütün eşyalarımla birlikte, basın odasında kaldığını söyledim. “Zaten gazeteci olsan da olmasan da bir şey fark etmez” dedi.
» Üst güverteye çıkınca ne gördün?
Erkekler elleri arkadan kelepçeli halde dizlerinin üstünde yere oturmuştu. Sadece erkekler vardı. Sonra kadınlar geldi. Onları banklara oturttular.
» Kaç İsrailli asker gördün?
Saymayı çok denedim ama olmadı çünkü yüzleri maskeliydi. Birbirlerine karıştırıyordum ve sürekli hareket halindeydiler.
» Kalabalık mı görünüyorlardı?
Hem de çok. Bütün ordu üzerimize yığılmış gibiydi, “Altı yüz kişi için bu kadar çok asker olur mu” diye düşündüm.
» İkinci katta ağladığını söylediğin asker dışında şokta olan var mıydı?
Üç esir asker de şoktaydı ama hiçbiri o ilk asker gibi kötü değildi.
» Güvertede ne kadar bekletildiniz?
Tutuklanmadan önce iki saat bekledik. O sırada geminin güvenlik kameraları çalışıyordu. Yerleri gizli tutuldu. Her duruma karşı dünyayla bağlantımız kesilmesin diye... Bunun için bazılarımız ölü ve yaralı sayılarını kâğıtlara yazıp kameralara göstermeye çalıştı.
» Güvertede beklerken dünyayla herhangi bir irtibatın kalmış mıydı, cep telefonun alınmış mıydı o sırada?
Zaten açık denizdeydik ve cep telefonları işlemiyordu. Yine de bütün telefonları, her türlü iletişim aracını bizden topladılar. Öyle bir lüksümüz yoktu. Hepsi pilleri sökülüp denize atıldı.
» Denize atılan insanların da olabileceği söyleniyor...
Evet. Dışarıdan silah sesleri gelirken ve ben içeride yaralılara yardım ederken, üst güverteden büyükçe bir şeyler atıldığını, geminin bordosuna çarpıp tak tak diye suya düştüğünü duydum atılan şeylerin. İki ya da üç kez oldu bu. Yaralıları denize attıklarını düşündüm.
» Güvertede bekleşirken ne kadar yaralı var, kimler öldü, bunları biliyor muydunuz?
Hayır, herkes birbirine bunu soruyordu. Onu gördün mü, şu iyi mi, falanca nasıl?
» Gönüllüler panik yaşıyor muydu?
Şaşırtıcı bir metanet vardı. Herkes soğukkanlıydı. Başka çaremiz yoktu. Herkes en yakınlarını soruyordu. Ben gazeteci arkadaşlarımı sordum. Kemal’i gördün mü, Samet’i gördün mü? Çok kopmuştuk. Sırayla herkes yukarı geliyordu elleri bağlı halde.
» Herkesi üst güvertede mi topladılar?
Herkesi... Ama bizi çıkarmadan önce orayı yıkadılar.
» Niye yıkadılar sence?
Bütün güverte ıslaktı. Yeni yıkanmıştı. Bayraklar atılmış, kalan eşyalarımız atılmış. Biz güvertedeyken de bir üst katı yıkadılar.
» Yerdeki kanı mı yıkıyorlardı?
Ben öyle tahmin ettim. Çünkü o kadar ateşten, yaralamadan sonra yerde hiç kan yoktu. Bu imkânsızdı. Sonra bekleşirken güverteye her gelen kişiye biraz daha sevindik. “Ah, o da iyi. O da iyi” diye...
» Beklerken ne yaptın?
Kelepçeleri çok sıkı bağlamışlardı. İnsanların canı yanıyordu. Ben İngilizce bildiğim için askerlerle konuşmaya başladım. Kelepçesi sıkanların durumunu söyledim. Gevşetmelerini istedim. Bazılarının elleri morarmıştı. Gevşettiler de çoğunu. Arkadan bağladıklarını öne aldılar. Yaşlı bir bey vardı. Kalp ilacını alması gerekiyormuş. Onu söyledim. Cebinden alıp içmesine izin verdiler. Öyle üç kişinin ilaç almasını sağladım.
» Askerler arasında kadınlar da var mıydı?
Evet, seslerinden ve ellerinden anlıyordum kadın olduklarını. Yüzleri maskeli olduğu için başka türlü anlaşılmıyordu.
» Askerlerin hepsi aynı ekipten miydi, üniformaları nasıldı?
Yeşilin iki tonunda üniforması olanlar vardı. Bir de laciverdimsi siyahımsı üniforma giyenler. Bu gruptakiler çok daha sertlerdi. Yeşilliler ise daha makuldüler. Kelepçeyi gevşetenler onlardı.
» Ne tür silahları vardı?
Silahtan hiç anlamam ki...
» Makineli tüfek, tabanca, dipçik?
Makineli tüfek vardı, tabanca, bıçak... ful aksesuar. Altında oksijen tüpüne benzer bir şey olan silahları da vardı.
» Sana herhangi bir şey yaptılar mı, fiziksel olarak?
Bana yapmadılar. Hatta şöyle oldu. İlk tutuklananlardandım. Kelepçemi belindeki kerpetenle çözen asker, o kadar sıkıydı ki, etimi sıkıştırıp canımı yaktı. Bu morluk da oradan kaldı. “Ah” diye bağırdım... “Neden bağırıyorsun” dedi.
» Ellerin serbest halde güvertede otururken askerlerle başka ne konuştun?
Tuvalete gitmem gerekiyordu. Saatlerdir, beklemiştim. Ayağa kalkıp askere, “Tuvalete gitmem lazım” dedim hiç izin istemeden. “Gidemezsin” dedi. “Neden” dedim. “Oraları öyle görmek istemezsin” dedi. “İçerileri temizliyoruz, içeride ceset var, temizleyelim ondan sonra” dedi. Dedim ki, “Zaten içerideydim, her şeyi gördüm.” “Otur yerine” dedi. “Shut up and sit down.” Gittim oturdum. Yarım saat sonra gelip omzuma dokundu, birlikte tuvalete gittik, çıkıncaya kadar kapıda bekledi. Tuvalete giderken bir toplama kampı havasında bilgisayarların, özel eşyaların üst üste yığıldığını gördüm. İçeride ağzı kapalı köpekleri gezdiriyorlardı. Tuvaletten dönünce, tepemizde dönüp duran helikopterin rüzgârından yere düşüp erkeklerin üzerine kapaklandım. Kadın olduğum için avantajlıydım. Askerlerle daha rahat konuşuyordum. Erkeklere çok daha sert davranıyorlardı.
» Bu bekleyiş ne kadar sürdü?
Sabah yedi buçuktan, öğleden sonra biri yirmi geçeye kadar sürdü. Saate bakıyordum hep. Güneşin altda oturuyorduk. Helikopter sürekli ıslatıyordu bizi, insanlar ıslanıyor, kuruyor, üşüyor, yanıyordu. Bazılarının üstü çıplak, yaraları sargılıydı. İzin isteyip onların bir şeyler giymesini sağladık.
» Aç susuz mu beklediniz?
Çok açtık. Bir kez suya izin verdiler. Bir damacana getirildi. Birimiz onu dolaştırdı, eğilip ağza akıtarak içtik. Sonra gruptakilerden biri oturduğu yerde ezan okudu. Namaz kılınmadı. Sembolik bir ezan... Onun üzerine anons yaptılar. Dediler ki, alt kata inip namazınızı kılabilirsiniz. Gidip dinlenebilirsiniz. Türkçe konuşan bir asker vardı, kadın erkek hepimizin inmesini söyledi. Aşağıya indik ve Aşdod Limanı’na varıncaya dek orada oturduk.
» Aşdod Limanı’na gittiğinizi biliyor muydunuz?
Hayır. Sonradan öğrendik. Kağan bebek annesiyle geldi. Kağan’ı birlikte salladık. Klimalar çalışmıyordu. İçerisi çok havasız ve sıcaktı. Birçok kişi baygınlık geçirdi. Akşam 19:30 gibi limana vardık. Orada da bekledik. Uzadıkça uzadı. Ne olacağımızı bilmiyorduk. Aşdod’a varınca, birileri gemiye bindi. Yüzleri açıktı, silahsız kimselerdi. “Aşdod Limanı’na getirildiniz, burada hakkınızda işlem yapılacak” dediler. İnsanlar eşyalarını almak istediler. İzin verilmedi. Ben “Basının durumu ne olacak” deyince, “Burada basın toplantısı yapmıyorum” diye cevap verdi birisi.
» Sonra ne oldu?
Beklemeye devam ettik ama tabii bir gevşeme oldu. İsrailli askerler de sersemlemişti, onların da uykusu gelmişti.
» Genel olarak askerlerin tavırları nasıldı?
Bazısı iyi huylu, bazısı sert. İyi huyluları seçip onlarla konuşmaya çalıştık. Siyah üniformalılar çok sertti. Dışarıda sigara içenler olunca, yeşilliler bir şey dememişti, siyahlar ise insanların eline vurarak attırıyorlardı sigarayı.
» Aşdod Limanı’na çekilince size ne yapacaklarını düşündün?
Herhalde ilk uçakla, bizi gönderirler diye düşünüyordum.
» Cezaevine götürüleceğin hiç aklına gelmedi mi?
Hayır. Bizi tutamazlar sanıyorduk. Çünkü bir şey yapmamıştık. İsrailli askerler birilerini öldürmüştü. Diplomatik bir kriz çıkar, bizi hemen salıverirler sanıyorduk. Dünyanın olup biteni ne kadar bildiğini bilmiyorduk tabii. Karartma yapıldığının farkında değildik henüz. Biz öyle bekleşirken, hayranlıkla Kağan bebeği izliyordum. Hiç ağlamadı, huysuzlanmadı, ne kadar sakin bir bebekti anlatamam...
Taraf