Bir göçmen devleti olan İsrail’in son dönemlerde en fazla başını ağrıtan konulardan biri Afrikalı mültecilermeselesidir. Zira 2000’li yılların başlarında Sudan iç savaşı ve Eritre’deki diktatörlüğün kötü yönetimi nedeniyle, ülkesini terk ederek Mısır-Sina güzergâhını izleyen yaklaşık 50-60 bin civarında Afrikalı mültecinin, yasa dışı yollarla İsrail’e girdiği tahmin ediliyor. İsrail yönetimi tarafından süreç içerisinde alınan caydırıcı ve önleyici tedbirler sayesinde, sayılarının bugün yaklaşık 40 bin civarında olduğu tahmin edilen bu mültecilerin İsrail’den gönderilmesi konusunda hükümet ve sivil toplum örgütleri arasında uzun süredir devam eden bir mücadele mevcut.
Mülteciler meselesinin tarihi süreci
İsrail, mültecilik statüsünü ve taraf devletlerin yükümlülüklerini düzenleyen 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsü Sözleşmesini 1954’de, 1967 tarihli sözleşmenin kapsamını genişleten protokolü ise 1968 tarihinde onayladı. Ancak sözleşmenin “mültecilerin geldikleri ülkenin pozisyonuna göre farklı muameleye tabi tutulmamasını öngören 8. maddesi ile mültecilerin sahip oldukları bireysel hakların daimi ikametgâhlarının olduğu ülkedeki haklar olduğu ve bu hakların kişi mülteci olmasa da kendisine tanınması gerektiğine dair 12. maddesini kabul etmedi. Ayrıca güvenliğe aykırı bir durum olmadıkça mültecilere seyahat belgesi verilmesini içeren 28. ve mültecilerin beraberlerinde getirdikleri mülkleri üçüncü bir ülkeye transfer etmelerine izin veren 30. maddesini ise kısmen uygulayacağını beyan etti.
Kabul edilen maddeler itibariyle İsrail’in, ülkelerindeki iç savaş ve insan hakları ihlalleri nedeniyle ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağı aşikâr olan çoğunluğu Eritre ve Sudanlı olmak üzere Etiyopya, Nijerya gibi Afrika ülkelerinden gelenleri, mülteci olarak kabul edip bunlara sözleşme kapsamında gerekli muameleyi gösterme yükümlülüğü bulunmuyor. Ancak 2009 yılından beri ülkeyi kesintisiz yöneten Başbakan Netanyahu kabinesinin uyguladığı politikalar, İsrail’in bu konuda çok kötü performans sergilediğini gösteriyor.
Mülteciler meselesinin çözümüne yönelik alınan yasal ve idari tedbirler yeni olmamakla birlikte, meselenin ne şekilde çözümleneceğine dair hükümet ile yargı mercileri arasında yaşanan gerilim ve konunun uluslararası normlara göre ele alınması gerektiğinde ısrar eden sivil toplum örgütlerinin ısrarlı savunuculuk eylemleri, konuyu son dönemlerde daha görünür hale getirdi. Bu konuda çalışmalar yapan sivil toplum örgütlerinin uluslararası topluma yönelik yaptıkları çağrılarda, hükümetin mülteciler konusundaki uluslararası hukukun ihlali sayılabilecek mahiyetteki politikaları eleştirilerek, İsrail’e yaptırım uygulanması talep edilmesi, hükümeti zor duruma düşürdü ve bir o kadar da kızdırdı. Bu gelişmeler üzerine bir açıklama yapan Başbakan Netanyahu, 'Afrikalı mültecilerin İsrail’in ulusal güvenliği için radikal ve cihatçı İslamcılardan daha büyük bir tehdit olduğunu' ifade etti.
Aslına bakılırsa bu açıklama, sadece Afrikalı göçmenleri ulusal güvenlik bahanesiyle kamuoyu nazarında ötekileştirmek için sarf edilen bir söz olsa da, İsrail başbakanının Yahudi olmayanlara yönelik ırkçı tavrının başka bir tezahürü mahiyetindedir. Bu ifade Netanyahu’nun tavrını göstermesi açısından önemlidir, ancak genel olarak İsrail devletinin mülteci politikasını temsil etmemektedir. Zira hükümetin yasal ve idari düzenlemelerine karşı yargının temel yasalar ve uluslararası sözleşmeler çerçevesinde verdiği iptal kararları ile özellikle sol ve liberal muhalefet partilerinin yanı sıra sivil toplum örgütlerinin mülteciler lehinde sürdürdüğü mücadele, devlet içindeki fikir ayrılığını gün yüzüne çıkarıyor.
Ana vatan İsrail ve Geri Dönüş Kanunu (Eretz İsrail)
Dünya üzerindeki tüm Yahudilerin ana vatanı (Eretz İsrail) olduğu iddiasıyla kurulan İsrail devleti, kuruluşunun ardından çıkardığı 1950 tarihli Geri Dönüş Kanunu ile bütün Yahudileri ana vatanlarına dönmeye davet etti. Özellikle 1967 sonrası işgal altında tuttuğu topraklardaki varlığını sürdürebilmek için Yahudi göçmenler hemen topluma eklemlendi. Hatta 90’lı yılların başlarında, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yaklaşık 1 milyon 600 bin Rus Yahudisi, İsrail’e kabul edildi. Bunların 600 bin kadarı daha sonraları İsrail üzerinden ABD veya Avrupa ülkelerine geçerken, İsrail’de kalan yaklaşık 1 milyonun topluma entegrasyonu sağlandı. Sovyetler Birliği’nden gelen göçmenlerin entegrasyonu sürecinde de dil, kültür ve itikat farklılıkları nedeniyle bazı sorunlar yaşanmış olsa da hiçbir zaman Afrikalı mültecilere karşı sergilenen dışlayıcı tutum söz konusu olmadı.
Bahse konu olumsuz tepkilerin İsrail toplumunun çoğunluğuna hâkim olduğunu söylemek mümkün değilse de en azından hükümetin güvenlik ve ekonomik nedenlerle, muhafazakâr ve milliyetçi kesimlerin ise dini, kültürel ve etnik nedenlerle Afrikalı mültecilere karşı çıktıkları biliniyor. Bu gerekçelerle yoğun mülteci akımının başladığı döneme tekabül eden 2003 yılında, işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayanların oturma ve vatandaşlığa alınma usullerini belirlemek için 1952 tarihinde kabul edilen Vatandaşlık ve İsrail’e Giriş Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle, düzensiz göç ve mülteci statüsünde ülkeye giriş yapanlara yönelik bazı kısıtlamalar getirildi. Bu yasal düzenlemenin ve kolluk tedbirlerinin göçmen akışını beklenen seviyede önleyememesi üzerine, 2010 yılında yasa dışı girişlerin yapıldığı güzergâh olarak belirlenen Sina Yarımadası üzerinde İsrail ile Mısır arasındaki 230 km’lik sınır, çitle kapatılmaya başlandı. 2013 yılında inşası tamamlanan çitler sayesinde bu güzergâhtaki mülteci akınının önüne geçildi.
Henüz mülteci akınının devam ettiği bir tarih olan 2012 yılında 1954 tarihli Sızmaları Önleme Kanununda yapılan değişiklikle yasa dışı giriş yapanlara karşı sert tedbirler alındı. Yeni uygulamaya göre; vizesi, pasaportu veya oturma izni olmadan İsrail’e yasa dışı giriş yaptığı tespit edilenler, çıkış ülkesine veya mültecilik statüsü talep etmesine bakılmaksızın güvenlik güçlerince alıkonulup herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın üç yıla kadar hapiste tutulabilecekler. Kolluk güçleri tarafından mültecilere yönelik insan haklarına aykırı davranış ve uygulamaları hukuki zemine kavuşturmak maksadıyla yapılan bu düzenleme, mülteciler konusunun doğrudan muhatabı olan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) ile öncülüğünü İsrail İnsan Hakları Derneği (ACRI)’nin yaptığı pek çok sivil toplum örgütünün tepkisine yol açtı. Tepkilere rağmen kanun kapsamında yasa dışı giriş yaptığı tespit edilen mültecilerin alıkonulabilmesi için Sina sınırına yakın bir mevkide Shoronim hapishanesi kurularak, çoğunluğu Afrikalı binlerce mülteci, insan haklarıyla örtüşmeyecek şekilde kötü koşullarda üç yıl veya daha fazla sürelerde kontrol altında tutulmaya başlandı.
Bunun üzerine sivil toplum örgütleri, İsrail Yüksek Mahkemesine ortak bir başvuru yaparak yeni kanundaki İsrail temel kanunlarına, insan hakları evrensel bildirgesindeki temel haklara ve 1951 Mülteciler Sözleşmesine aykırı hususların bir kısmının iptalini sağladı. 2013 yılında yüksek mahkeme verdiği kararla, uzun tutukluluk sürelerini hem İsrail temel kanunlarına hem de uluslararası hukuka aykırı bularak idarenin gözetim süresini 90 günle kısıtladı. Ayrıca Eritre ve Sudan’dan gelen mültecilerin ülkelerindeki koşullar gereği geri gönderilmelerinin uygun olmayacağına hükmetti. Ancak yüksek mahkemenin kararı nedeniyle tutukluluk sürelerini dolduran binlerce mültecinin salıverilmesi, yeni sorunlara yol açtı. Devletten herhangi bir destek alamayan mülteciler eğitim, sağlık, barınma ve beslenme ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kaçak olarak ve çok düşük ücretlerle çalışmaya başladılar. İş imkânlarının Tel Aviv, Eliat ve Aşdod gibi sanayi ve turizm merkezlerinde olması nedeniyle bu şehirlerde Afrikalı mültecilerden müteşekkil gettolar oluşmaya başladı.
Gettolaşmanın doğal sonucu olarak bu bölgelerde mültecilerden kaynaklı adli vakalarda artış yaşanmaya başladı ve buna mukabil medya da mülteciler aleyhine algı oluşturmaya yönelik maksatlı haberler yayınlandı. Hükümet ve bazı muhafazakâr kesimlerin temsilcileri tarafından yapılan açıklamalarda, mültecilerin çoğunluğunun “Hristiyan Eritre” ve “Müslüman Sudan’dan” gelmiş olduğu vurgulanarak, temel özelliği Yahudi olan İsrail devletinin karakterinin ve demografisinin değiştiği ve mültecilerin ülkede kalmaya devam etmeleri halinde dini ve kültürel değerlerin zarar göreceği ileri sürüldü. Bu çabaların neticesinde toplumdaki mültecilere karşı olumlu hava azalmaya ve hükümetin savunduğu dışlayıcı tutum karşılık bulmaya başladı.
Bu gelişmeler sonrası, hükümet sözde kamuoyunu rahatlatmak ve mültecilerden kaynaklanan sorunlara çözüm üretmek maksadıyla Negev çölünün batısında "Holot Alıkoyma Merkezini" açtı. Ancak burada bekletilen mültecilerin başvurularının bir türlü sonlandırılamaması nedeniyle açık hapishane olarak isimlendirilen bu merkezin yoğunluğu, kısa sürede kapasitesinin üzerine çıktı. Ne yazık ki İsrail hükümeti Holot Alıkoyma Merkezindeki şartları düzeltmek ve başvuruları süratle sonuçlandırmak yerine istenmeyen misafirlerini en kısa sürede ülke dışına çıkartmak için yeni yöntemler bulmaya çalıştı. Oysaki mültecilerin İsrail devletine veya UNHCR’ye yapmış olduğu sığınma veya üçüncü ülkelere geçme başvuruları sonuçlanıncaya kadar makul bir şekilde gözetim altında tutulması ve bu süreçte bu insanların normal hayatlarına devam etmeleri gerekiyordu.
"İsrail Yahudilerindir"
İsrail hükümetinin sorunun çözümüne yönelik bulduğu en makul formül, ilgili sözleşmenin birinci maddesindeki hükümden istifade ile mültecilerin gönüllü olarak geldikleri ülkelere dönmeleri veya üçüncü bir ülkeye geçmeleri için teşvik etmek oldu. Hatta bu maksatla gönüllü olarak dönecekler için kişi başına 3 bin 500 ABD doları ödeneceği taahhüt edildi. Fakat bu şekilde beklenen dönüşler sağlanamayınca, bu kez de mültecilerin sınır dışı edilmesine yardımcı olacak İsrail vatandaşlarına 9 bin ABD doları ödeneceği açıklandı. Bu şekilde, İsrail yönetimi maddi menfaat taahhüdüyle vatandaşlarını, ülkenin farklı unsurlardan temizlenmesi gayretlerine ortak etmeyi planladı. Tüm bu gayretlerin semeresi olarak Tel Aviv’de başlayan ve ülkenin değişik bölgelerine yayılan “mültecilere destek” mitinglerine rağmen özellikle yerleşimcilerin yaşadığı bölgelerde yapılan gösterilerde, “konuşma bitti, sınır dışılar başlasın”, “zenciler dışarı”, “İsrail Yahudilerindir” gibi şovenist sloganlar da duyulur hale geldi.
Yüksek Mahkemenin gözetim süresinin üç ayla sınırlanması gerektiğine dair kararı sonrası, hükümet tarafından yapılan yeni düzenlemede gözetim süresi altı aya çıkarıldı ve ihtiyaç olması halinde gözetimin yirmi aya kadar uzatılmasına karar verildi. Bu düzenleme de yargıya taşınmış ancak bu sefer mahkeme oy çokluğuyla aldığı kararla, “kaçakların” en fazla altı aylık iki dönem yani toplam bir yıl gözetim altında tutulabileceğine ve sürenin sonunda salıverilerek takip eden on beş gün içerisinde hakkındaki kararın verilmesine hükmetti. Hükümetin 2016 yılındaki teklifiyle gözetim süresi bir kez daha uzatılan mültecilerin (kararda kaçaklar olarak geçmektedir) İsrail’de kalma süreleri 2017 sonu itibariyle doldu. Kasım 2017’de hükümet yetkililerince yapılan açıklamada, yasadışı yollarla İsrail’e girmiş olan yaklaşık 40 bin mültecinin Mart 2018 sonunda sınır dışı edileceği ifade edildi.
Bu açıklama üzerine hükümeti kararından vazgeçirmek için düzenlenen protesto gösterileri yaygınlaştı ve hem İsrail merkezli hem de uluslararası mahiyetteki sivil toplum örgütlerinin hükümete yönelik baskıları arttı. Hatta göçmenlik tecrübesini yaşamış olan muhtelif diaspora kuruluşları, empatinin gereği olsa gerek, hükümet ve yargı yetkililerine mektuplar gönderip Afrikalı mültecilere yönelik sınır dışı kararının iptal edilmesini talep ettiler. Mahkemenin Mart ortasında aldığı iptal kararıyla şimdilik yatışmış gözüken meselenin yakın zamanda yeniden tezahürü sürpriz olmayacaktır.
Sonuç olarak, İsrail’in yeterli imkân ve kabiliyeti olmasına rağmen şimdilerde nüfusunun yaklaşık yüzde 0,5’ine tekabül eden 40 bin Afrikalı mülteciye, altında imzasının bulunduğu mülteciler sözleşmesinden kaynaklanan haklarını vermemekte ısrar ettiği görülüyor. Rusya’dan gelen bir milyon civarında göçmeni kabul edip, topluma entegre etmesine rağmen, ulusal güvenlik gerekçesiyle 40 bin Afrikalı mülteciyi kabul etmemesi hakkaniyetli bir tercih olarak gözükmüyor. Zira dünyanın her tarafında faaliyet gösteren Yahudi Ajansının çalışmaları ile Yahudileri İsrail’e göç etmeye davet eden İsrail’in, sırf beyaz ve Yahudi olmadıkları için Afrikalı mültecilere karşı göstermiş olduğu asabiyenin izahı bulunmamaktadır. Yüzde 5 civarında bir işsizlik oranı, yüksek eğitimli nüfus ve 35 bin ABD doları olan kişi başına düşen gelire sahip İsrail’in, çatışmalar ve yoksullukla cebelleşen bir coğrafyada mültecilerin hedeflerinden biri olması gayet tabidir. Bölgedeki koşulların yakın zamanda değişmesi mümkün olmadığından, bütün önleyici ve caydırıcı tedbirlere rağmen özellikle Afrikalı mültecilerin İsrail’e yönelik teveccühünün de kesilmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır.
[Haydar Oruç, 2014 yılından beri araştırmacı olarak Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nün (ORMER) İsrail masasında, siyaset ve toplum ilişkileri ve sivil toplum örgütlerinin politika yapım sürecindeki rolleri üzerinde çalışmaktadır]
AA