Bir süredir gündemimizde, Avrupa Konseyi’nce hazırlanan “İstanbul Sözleşmesi” diye bir konu var. Bununla kadın-erkek ilişkilerini düzenlemek ve daha özelde aile içi şiddet ve istismarı engellemek amaçlanıyor.
İstanbul’da imzaya açıldığı için bu ismi alan ve hükümet tarafından 2011 yılında iyi niyetle imzalandığına inandığımız Sözleşme, yürürlüğe girdiği son dört senedir, bizde beklenen sonuçları vermedi. Çocuğun istismardan korunması, aile içi şiddetten uzak tutulması, genç kız ve annelerin aile içi şiddet ve cinsel istismardan korunması amacıyla hazırlanan bir belgeye elbette önyargıyla yaklaşamayız.
Yorum ve uygulaması bakımından Sözleşmenin, Batı toplum dokusuna ve yaşam tarzına dayandığı görülüyor. Bu bakımdan içeriğine yönelik itirazlar oldukça ciddidir. Çünkü bu Sözleşme, kadını şiddetten koruduğu ölçüde, onu yaradılışına özgü gerçeklerden soyutluyor ve ona fıtrat dışı rol biçiyor. Asıl sorun da burasıdır.
Ailenin kurucu iki doğal öznesinden birisi olan kadın, bu Sözleşmede “özgürleştirme” operasyonuyla “eş ve anne” misyonundan koparılıyor. “Toplumsal cinsiyet” ile etiketlenen kadın kimliği, aileden ihraç edilerek, toplumsal bir nesneye ve cinsel bir objeye dönüştürülüyor. Toplum olarak böyle bir kadın algımız yok ve olamaz. Aile kurumunda, kadın, her şeyden önce “eş ve anne”dir. Marjinal feministler hariç tutulursa, toplumun büyük çoğunluğunda kadın, “eş ve anne” kimliğini bir iftihar madalyası olarak taşır.
Çağdaş uygarlığın emek istismarında ve sefahet bataklığında tahrip ettiği aileyi, aynı yoldan feda ederek bedel ödeyemeyiz. Azalan evlilikleriyle, hızla artan boşanmalarıyla, evlilik dışı çocuklarıyla Batı bu bedeli ödüyor. Önümüzdeki yıllarda, sağlık sorunları başta olmak üzere üstesinden gelemeyeceği daha büyük bedeller ödeyecek. Sözleşmeye temel olan anlayışın negatif sonuçlarının bizim için özenilecek tarafı yok. Bizde aile, ticari işletme mantığıyla kurulmuş sosyal ve fiziki bir organizasyon değildir. "İnsanın, husussan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.” Öncelikli beka sorunumuz, bu sığınağın korunmasıdır.
Eğer kadının can ve mal güvenliğini, emeğini, maruz kaldığı istismar ve şiddeti kendi kadim değerlerimizle koruyamıyorsak, işimiz Avrupa Parlamentosunun Sözleşmesine kaldıysa, gerçekten acınacak durumdayız, demektir. Hızla artan kadın cinayetlerinin tetiklediği bu tartışma ve arayışlar, ihmallerimizi akla getirmelidir.
“Toplumsal cinsiyet” diyerek, kadını aile kimliğinden koparıp, yuvasına karşı sözleşmeli personele dönüştüren Sözleşmenin, T.C. Anayasası’nın, aileyi, toplumun temeli kabul eden 41. Maddesine de aykırı olduğu inancındayım. Çünkü bu Sözleşme, “aile odaklı” olmaktan ziyade güvenlikçi “sosyal mukavele” anlayışıyla hazırlanmış.
Küçük yaşta evlilikler, çok yaygın olmamakla birlikte, oldum olasıya sosyal bir sorunumuzdur. İnançlarımıza ve geleneksel aile anlayışımıza da aykırıdır. Bunun istismarını engelleyici caydırıcı tedbirler elbette alınmalıdır. Fakat kanunun 17 yaşla sınırladığı evliliği, tarafların rızası, doktor raporu ile 15-16 yaşlardaki olaya özel evliliğe, yargısal çözüm yolu açık olmalıdır.
Ne var ki, kanuni düzenlemeden kaynaklanan uygulamaların çok ciddi aile dramlarına yol açabildiği görülüyor. Tarafların rızasıyla oluşmuş, çoluk çocuğa kavuşmuş aileleri, ceza soruşturmalarına tabi tutarak, erkeği hapse gönderip, kadını çocuklarıyla ortada ve zorda bırakan uygulamalar, sorun çözmediği gibi yeni sorunlar üretiyor. Yargıya bu konuda inisiyatif tanıyarak bu aileleri kurtarmak gerekir. Kabul edilemeyecek evliliklerle, kurtarılabilecek evlilikler ayrı tutmalıdır.
Kadın-erkek ve aile içi ilişkiler, İstanbul Sözleşmesi olmasa bile, Anayasa gereği olarak, toplumsal ve kamusal alanda devamlı ilgi konusu olmak gerekir. Çünkü, Batı dahil her toplumda, kadın-erkek veya çocuk ayırmayan kör bir şiddet ve istismar salgını var. Özellikle savunmasız, fiziki gücü yetersiz kadınlara yönelik, aile içi ve toplumsal şiddet, İstanbul Sözleşmesine rağmen her toplumda devam ediyor.
Olumlu genel ilkeleri yanında, eşler hakkında partnerlik ilişkisini meşrulaştıran bir Sözleşmeye imza attığımız bilinmelidir. Sözleşmeden cesaret alan bu çarpık ilişki anlayışının aile içi gerilimleri derinleştirmedeki rolü görmezden gelinemez.
Kanuna ve sözleşmeye ihtiyaç duymadan yaşanacak mutlu bir hayat için, insanları, insaniyete layık değerlerle hayata hazırlamamız gerekiyor. Onu da kendimizde aramalıyız. Aile ve kadın üzerinde yaşadığımız her olumsuz olay, bu konudaki ihmalimizin bedelidir. Sözleşmeyi sahiplenen siyasi irade, meseleyi bu gözle bakma ihtiyacını acaba ne ölçüce duyuyor?