İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında, 20. yüzyıl başında İstanbul’da yaşayan 40 Ermeni mimar tarafından yapılan tarihî 100 binanın fotoğraflarının yer aldığı “Batılaşan İstanbul’un Ermeni Mimarları” adlı serginin açılışındaydım. İstanbul Modern’de.
Uluslararası Hrant Dink Vakfı ve HAYCAR Mimarlar ve Mühendisler Dayanışma Derneği’nin işbirliğiyle açılan sergiyi gezerken etrafımdaki hemen herkesten aynı sözleri işitiyordum: “Sahiden bilmiyorduk!”
Haftasonu Anadolu Kütür’ün düzenlediği “Hakikat Adalet Hafıza” adlı buluşmada müzakere ettiğimiz ve bir önceki yazımda değindiğim “vicdan mekânları” tam da bu eserler olmalıydı aslında diye düşündüm. Biraz açmaya çalışayım...
Saray mimarı kadrosunda görev yapan mimarlardan Balyan kardeşlerin Çırağan, Beylerbeyi ve Dolmabahçe Sarayları gibi birçok yapıya imza attığını belki duymuştuk sözgelimi. Ama bunu geniş kitlelere hatırlatan ne bir etkinlik, ne bir anma, ne bilinç ve duyarlılık oluşturma ritüelleri vardı. Duyduğumuzla kalmıştık.
Bugün İstanbul bir metropolse ve çokkültürlü geçmişiyle gururlanıyorsa, hafızasını şekillendiren, Osmanlı geleneğini 19. yüzyıl Batı mimarisiyle yoğurup dönüştüren, onu yerel kodlarıyla yeniden üreten ve kadim ruhunu farklı yönleriyle dirilten bu eserler değil miydi?
Kuleli Askerî Lisesi, Harbiye Askerî Müzesi, Ortaköy Camii, Büyükada İskelesi, Beyazıt Kulesi, Beylerbeyi Sarayı, Küçüksu Kasrı, Kadıköy Süreyya Tiyatrosu, Ihlamur Kasrı, Selimiye Kışlası... Hepsinin mimarlarının Ermeni olduğunu neden bilmiyordu geniş kitleler?
(Birileri çıkıp, Batı etkisindeki bu mimari yapıların ‘kendi’ geleneğimize uymadığını söylediğinde, sadece şunu soruyorum: Peki siz, Kemalist kültürün ve zevkin inşa ettiği, geliştirdiği ve ortaya koyduğu mimari üslubu tarif edebilir misiniz? Yıkılırsa rejim elden gidecek zannettiğiniz AKM mi? Katışıksız, hiçbir kültürden etkilenmeyen, kendi içine kapalı, ötekine ulaşmayan, tek tip ve özcü bir gelenekle nasıl büyük bir medeniyet kuracaksınız?)
Yakın zamana dek Kürt ismini duymadığımız için Kürt sorununun varlığını dahi inkâr etmiştik. Aynı şekilde Ermenilerin tehcirden evvel bu toprakların çoksesli, çokkimlikli medeniyetinde iz bırakan en kadim halklardan biri olduğunu da unutmuş, inkâr etmiştik.
Varla yok arası, flu, muğlâk bir hafızanın sisine dağılıp gitmişti Ermeniler. Osmanlı’dan bağımsız, kendi başlarına yaşayıp buharlaşmışlardı sanki, toplumsal algımızda.
Şiddet, savaş katliam, tehcir gibi kelimelerdi Ermeni dendiğinde ilk çağrışım yapan. Ve bunun toplumsal zihnimizde içselleştirilmesinin en büyük sorumlusu devletin Cumhuriyet boyunca güttüğü sert Kemalist politikalardı.
Yine tıpkı Kürt meselesinde olduğu gibi, şimdi kolayca bir “kayıp evlatlar anıtı” oluşturamıyorsak... Faili meçhullerin kayıp kemikleri pek çok sefer adlî tıpa yollanırken yollarda kaybediliyorsa... Said Nursi, Seyyit Rıza gibi önderlerin mezarları dahi halktan saklanıyorsa... Kemalist ideolojinin kılıfına sığınarak suç işleyenler yalnız devlet katmanlarında değil demektir.
İşte Hakikat Komisyonlarının nasıl kurulacağını tartıştığımız bir dönemde, geçen yazımda bahsettiğim Louis Bickford’un dünyadan örneklerini verdiği “vicdan ve bellek mekânları”nın muadillerini Türkiye’de birlikte oluşturmaya, tanımlamaya başlamamız oldukça acil bir ihtiyaç.
Bu topraklarda devlet eliyle dikilmiş birçok anıtın bizi buluşturmaya değil, karşımızdakini suçlamaya ve itham etmeye yönelik yapıtlar olduğuyla önce Kemalizmin mimarları yüzleşmeli. Buna bir de Muğlalı gibi adı katliamla anılan birinin adını yaşatan kışla gibi onlarca örnek daha ekleyin.
Kemalizme sığınarak suç işleyenleri saklamak için “yalancı zafer anıtları” dikenleri teşhis etmeden, intikam hissini çoğaltan anıtları teşhir etmeden... Halen iş başında olan “sivil toplum manipülatörleri”ni ve “medya görevlileri”ni vicdanen sorgulamadan... Adalet, hafıza ve hakikatten bahsetmek çok da işlevli olmasa gerek.
Hele Kemalizmi “laytlaştırmaya” ve özellikle Kürt hareketiyle barıştırmaya yönelik ittifak arayışlarının güç kazandığı bugünlerde... (Devam edeceğim.
***
Not: Orhan Miroğlu’nun tehdit edilmesiyle ilgili olarak Öcalan’ın nihayetinde “eleştirilere her zaman açığız, eleştirinin gereğine inanıyoruz” sözünü sarf etmesi: Her ne kadar Miroğlu’nun uzun zamandır yaşadığı sıkıntıyı yok edemese de, altı çizilmesi gereken ve gelecek döneme izini düşüren bir söz olarak değerlendirilmeli.
Taraf