İstanbul Yedi Tepe olarak anılır yedi tepe üzerine kurulmuştur, yedi rakamı efsane , ütopya , sihirli bir rakamdır.Osmanlı padişahları yaptırdıkları camileri tepelere inşa etmişlerdir.
Yahya Kemal Süleymaniyede Bayram Sabahı şiirinde camiinbir tepeye nasıl yerleştirildiğini anlatır:
Ordu milletlerin en çok döğüşen en sarpı
Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı
Ern güzel mabedi olsun diye en on dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsi tepeyi
Taşımış harcını gazileri serdarıyla
Taşı yenmiş nice bin işcisi mimarıyla
Hür ve engin vatanın hem gece hem gündüzüne
Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne
Ta ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları.
Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri sefere giderken bir tepeye bir camii ısmarlar, “nasıl olsun sultanım” derler, hiçbir şatafat düşkünü olmayan sultan çok fazla beyanda bulunmaz. Yavuz Sultan Selim Camii öyle yapılır, en mütevazi sultan camiidir. Ama insan orada Yavuz’un bahadır ruhunu hisseder, o sadelik ile Sultanın ruhu buluşmuştur, orada bir de medfeni mubareki vardır, üstünde “ilahi padişahlık sana yakışır, sensin padişahlar padişahı” diye bir şiiri vardır. Yavuz gözü yaşlı bir padişahtır, abiddir, salihtir, velidir, inandığı şeyi gerçekletirmede de harika bir sebata ve kararlılığa sahiptir.
Bediüzzaman Yavuz’u sever, onun İslam birliği idealini ve dikenlerden ülkeyi koruma felsefesini takdir eder, zaman zaman yakaza buluşur ve islamın mukadderatını konuşurlar. Bir talebesine “Biz farklı düşünüyorduk, o bizi ikna etti” demiştir. Bediüzzaman da İstanbul’un tepelerinden özellikle Yuşa Tepesi ve Camlıca tepesini sever, gariptir dağ bulamadığı yerde tepelere koşar oralardan bakar dünyaya. Fikir ve sanat dünyamımızın bu büyük dağının ruhu dağlarda teneffüs eder, tepelerde teneffüs eder.
Yuşa tepesindeki bir macerasını anlatır. “Bundan yirmi beş sene evvel İstanbul boğazındaki Yuşa Tepesinde dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim yarına kadar beni bırakınız, istihare edeyim, sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti, şiire benzer fakat şiir değiller. O mubarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi.”
Bu gördüğüm redifli şiir onun dünyaya bakış açısını ortaya koyar.
Beni dünyaya çağırma ona geldim fena gördüm
Dema gaflet hicab oldu ve nur u Hak nihan gördüm
Bütün eşya-yı mecudat birer fani muzır gördüm
Vücud desen onu giydim ah Ademdi çok bela gördüm. (Sözler)
Bu yıllar siyasetten çekilip, kendini ahirete verdiği yılların başlangıcıdır. Yönetime verdiği bir dilekçede hayatını bir sinema gibi anlatırken yine o yıllara temas eder. “Dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre Eski Said’i gömdüm. Büsbütün ahiret ehli Yeni Said olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva arzusu ile İstanbul’a Yuşa tepesine çekildim.“ (Şualar)
O zaman Darül Hikmet ül İslamiye azasıdır, pek büyük bir şöhrete sahiptir, ama o şöhrete bedel yalnızlığı seçmiştir.
Yalnızlık ve tepeler, dağlar Bediüzzaman’ın ruhunun sığınağı olan mekanlardır. Yine yuşa tepesinde yalnızlıkla ruhunun istirahat aradığı söyler. Umumiyetle insanlar yalnız kalınca bir topluluğa katılarak rahat ettiklerini sanarlar, Bediüzzaman gibiler ise yalnızlıktan üretici bir güç alırlar, psikanalistler de yalnızlığın üretici insanlara üretim mekanı olduğunu söylerler. Mevlevi itikafında yalnızlık, itikafta yalnızlık, peygamberlerin dağlardaki yalnızlıkları Bediüzzaman’ın dağlardaki yalnızlıkları hep üretici doğurgan yalnızlıklardır. O halini anlatır. ”Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde bir inziva arzusu ile İstanbul’un Yuşa Tepesinde yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Birgün o yüksek tepede daire-i ufka etrafa baktım. Gayet hazin ve rikkatli bir levha-i zeval ve firakı ihtiyarlığın ihtarı ile gördüm. Seçere-i ömrümün kırk beşinci senesi olan kırk beşinci dalındaki yüksek makamından ta hayatımın aşağı tabakalarına göz gezdirdim. Gördüm ki o aşağıda her dalında her bir senenin zarfında sevdiklerimden ve alakadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir manevi teessürat içinde Fuzuli-i Bağdadi gibi müfarakat eden dostları dünüşerek enin edip;
Vaslını yadeyledikce ağlarım
Ta nefes varsa kuru cismimde feryad eylerim diyerek bir teselli bir nur, bir rica kapısı aradım.Birden ahirete iman nuru imdada yetişti, hiç sönmez bir nur , hiç kırılmaz bir rica verdi.” (Lemalar)
Yuşa Tepesi İstanbul’un uzağında Beykoz taraflarında bir tepe,orada bir peygamber yatar, mesire yeri ve ziyaretgahtır. Mezarı çok büyük bir peygamberdir.
Bediüzzaman’ın ruhunun bir başka teneffüs noktası Camlıca Tepesidir.
Rusya esaretinden sonra Bediüzzaman yeğeni ile birlikte Çamlıca’da oturur. Bu iki tepede sakin olması hep aynı yıllara rastlar, önce Çamlıca’da oturur, daha sonra Yuşa tepesine sığınır, orada ruhu teneffüs etmek ister. Bu iki tepedeki hayatı intibah yıllarıdır, intibahkarane cümleler kullanır, dünyadan iğrenen ve kaçan bir dil kullanır. ”Esaretten geldikten sonra İstanbul’da Çamlıca tepesinde bir köşkte merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesudane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Dar ül Hikmette meslek-i ilmiyeye münasip en ali bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref , haddimden çok fazla idi . Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum.Herşeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakar, hem bir talebe, hem hizmetkar, hem katip, evlad-ı maneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mesud bilirken, aynaya baktım, saçımda sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden esarette Kosturma’daki camideki intibah-ı ruhi yine başladı . Onun eseri olarak kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet –i dünyeviye zannettiğim halatı esbabı tetdike başladım. Hangisini tetkik ettimse , baktım ki çürüktür ,alakaya değmiyor,aldatıyor.” (Lemalar)
Burada kafasını yoklar dini bilimler ile felsefeyi birlikte okuduğundan, felsefi meseleler ruhunu çok kirletmiştir, manevi terakkisine engel olmuştur, Kur’an’ın kudsi hikmeti yardımına koşunca felsefenin kirlerinden kurtulmuştur.” Şaşaalı ve zahiren tatlı ve süslü İstanbul’un dünyevi hayatından” nefret eder. Yahya Kemal de Çamlıca’yı sever, hatta ıstanbulun tepelerini sever ve tepe ile başlayan iki şiir yazmıştır, onun hayatına da hüzün hakimdir, evlenmemiştir, kendini tabiatın ruhani hazlarına verdiği gibi başka hazlara da kaptırmıştır. İki zatın ortak bir noktası Yavuz Sultan Selim sevgisidir. Her ikisi de müceddid olduğuna inanırlar. Selimname isimli eserinin başında bir müceddidin ülkeyi yenilemeye göndilmesini için arştaki kararı anlatır.Bir Tepeden ve Bir Başka Tepeden şiirlerinde İstanbul’a tepeden bakar.
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim gezmediğim sevmediğim hiçbir yer
Ömrüm oldukca gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer
Nice revnaklı şehirler görülür dünyada
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan sende ölen sen de yatan.