Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Kasas Sûresi 29-32. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
29-Nihâyet Mûsâ, süreyi tamamlayıp âilesiyle yola çıktığında, Tûr (Dağı) tarafından bir ateş fark etti. Âilesine: “(Siz burada) durun; doğrusu ben bir ateş fark ettim; belki oradan size bir haber yâhut ısınasınız diye ateşten bir parça getiririm” dedi.
30-Sonunda oraya gelince, o mübârek yerdeki vâdinin sağ kıyısındaki ağaç (cihetin)den (kendisine) şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şübhesiz ki ben, gerçekten âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!”
31-“Ve asânı (yere) bırak!” (Mûsâ asâsını bıraktı.) Birden onu sanki o yılanmış gibi hareket eder görünce, geri dönen bir kimse olarak ve arkasına bakmadan kaçtı! (Bunun üzerine denildi ki:) “Ey Mûsâ! Beri gel ve korkma! Çünki sen emniyet içinde olanlardansın!”
32-“Elini yanına (koynuna) sok; (bir rahatsızlık belirtisi olmaksızın) kusursuz, bembeyaz (parlayan ve nûr saçan bir el) olarak çıksın! Korkudan (açılan) kanadını (ellerini)de kendine çek; işte bu ikisi (asân ve elin), Fir‘avun ve ileri gelenlerine karşı Rabbinden sana (verilmiş) iki mu‘cizedir. Çünki onlar, bir fâsıklar topluluğu oldular!”(*)
(*) “İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye (şehvet, gazab ve akıl kābiliyetleri) Sâni‘ (san‘atla yaratan Allah) tarafından tahdîd edilmediğinden (sınırlandırılmadığından) ve insanın cüz’-i ihtiyârîsiyle (irâdesiyle) terakkīsini (yükselmesini) te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muâmelâtta (insanlar arasındaki muâmelelerde) zulüm ve tecâvüzler (haddi aşmalar) vukūa gelir. Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-i insâniye, çalışmalarının semerelerini (netîcelerini) mübâdele etmekte (değişmekte) adâlete muhtaçtır.
Lâkin her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî (büyük) bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kānun şeklinde olur. Öyle bir kānun, ancak şeriattır. Sonra o şeriatın te’sîrini, icrâsını, tatbîkını te’mîn edecek bir merci‘, bir sâhib lâzımdır. O merci‘ ve o sâhib de, ancak peygamberdir.
Peygamber olan zâtın da, zâhiren (maddeten) ve bâtınen (ma‘nen) halka olan hâkimiyetini devâm ettirmek için, maddî ve ma‘nevî bir ulviyete (yüceliğe) ve bir imtiyâza ihtiyâcı olduğu gibi, Hâlık (yaratıcı) ile olan derece-i münâsebet ve alâkasını göstermek için de, bir delîle ihtiyâcı vardır. Böyle bir delîl de ancak mu‘cizelerdir.” (İşârâtü’l-İ‘caz, 132)