Ahmet Bilgi'nin haberi:
RİSALEHABER-ÖZEL
Tam 98 yıl önce... Bediüzzaman Said Nursi’ye cevap vermesi için bazı sorular sorulur. Bu sorular müslümanlardan veya gayr-i müslim vatandaşlardan değil uzaklardan gelmiştir. İngiltere’nin resmi kilisesi olan Angikan Kilisesi’nden. İslam’a dair sorulan sorulara kısa cevaplar istenmiştir. Bediüzzaman olaya sinirlenmiş ve “Ben onlara tükürükle cevap veriyorum” demiştir. Bu meşhur olayın tarihi dahi net olarak bilinmezken Nurettin Ceylan mektubun tam metnini ortaya çıkardı. Üstelik iki ayrı kaynaktan. Gerçeğin Aynasında Bediüzzaman kitabında ilk kez yayınladığı bu belgeler ile Bediüzzaman’a dair bir gerçeğin daha üzerini örten karanlık aydınlığa kavuşmuş oldu.
İNGİLTERE’NİN RESMİ KİLİSESİNDEN GELEN MEKTUP
Milli Mücadele’nin verildiği yıllardır. Bediüzzaman Şeyhülislamlığın kurduğu yüksek ilim teşkilatı olan Darü’l Hikmeti’l İslamiye’nin üyesi iken İngiltere’nin resmi kilisesi olan Anglikan Kilisesi’nden Meşihat dairesine bir mektup gelir. Mektupta İslam dinine dair bazı sorular sorulmuştur. Şeyhülislamlık bu sorulara cevap verilmesi için Darü’l Hikmet’i görevlendirir. Bu kurum da üyelerin her birinden ayrı ayrı cevap hazırlamalarını ister.
BEDİÜZZAMAN’IN FARKI
Osmanlı’nın meşhur ulemasının bir şekilde ilgili olduğu bu konuda Bediüzzaman; İzmirli İsmail Hakkı, Ahmed Rasim Avni, Milaslı gibi allamelerden tamamen farklı bir şekilde konuya yaklaşmıştır. Diğer bütün alimler sorulara verecekleri cevaplara odaklanmış durumdadırlar. Mektubun geldiği ülke, o ülke ile olan ilişkiler, zamanlama, mektubun gayesi ile ilgilenmemişler sadece cevaba yönelmişlerdir. Bediüzzaman’da
ise dert başkadır.
“HAK ETTİKLERİ CEVAP YÜZLERİNE TÜKÜRMEKİR”
Bediüzzaman’ın yazdığı kısa cevap şöyledir:
YÜKSEKTEN BAKMAK İSTEYEN DESSAS BİR PAPAZA CEVAB
Bir adam seni çamura düşürmüş, öldürüyor. Ayağını senin boğazına basmış olduğu halde, istifham-ı istihfaf ile (küçümseyerek) sual ediyor ki: Mezhebin nasıldır?
Buna cevab-ı müskit (susturucu cevap); küsmekle sükût edip, yüzüne tükürmektir: Tükürün o lainin(lenetlinin) o hayasız yüzüne.
Ona değil, hakikat namına cevab şudur:
1- S: Din-i Muhammed nedir? C: Kur'andır.
2- S: Fikir ve hayata ne verdi? C: Tevhid ve istikamet.
3- S: Mezahimin devası nedir? C: Hürmet-i riba ve vücub-u zekâttır...
4- S: Şu zelzeleye ne der? C: Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele.(Tevbe, 9,34), İnsan için ancak çalıştığı vardır.(Necm,53;39)16
HİLELİ BİR PAPAZIN TAVRI
Bediüzzaman, vermiş olduğu bu cevapta ilk olarak dikkat çektiği şey mektubun zamanlamasıdır. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden yaklaşık 50 gün sonra gönderilen bu mektubun zamanlaması Bediüzzaman’ı rahatsız etmiştir. Ona göre bu zamanda bu soruyu sormak ayağını boğazına basıp öldüreceği kimseye mezhebini (ya da dinini) sormaya benzer. Devamında bu sorunun normal bir istifham değil bir istifham-ı istifhah, (küçümseyerek, tahkir ederek soru sormak) olduğunu söylüyor. Bu küçümsemeye tepkisini daha başlığı atarken görüyoruz. Bediüzzaman’a göre, Anglikan Kilisesi’nin bu tavrı, yüksekten bakmak isteyen hileli bir papazın tavrıdır.
Bunca hakarete verilecek en susturucu cevabın (cevab-ı müskit) susmak ve yüzüne tükürmek olduğunu söyleyen Bediüzzaman, “Ona değil hakikat namına” diyerek cevabını da yazmaktan da geri durmaz.
1921 yılında yayınladığı Lemaat isimli eserinde Bediüzzaman “Anglikan Kilisesi’ne Cevab” başlıklı bir yazı daha yayınlayarak hem daha önce yazdığı cevabı birer cümle ile genişletmiş hem de mektuba karşı çıkmasının sebebini biraz daha açmıştır.
ANGLİKAN KİLİSESİNE CEVAB
Bir zaman, bîeman (amansız) İslâm’ın düşmanı siyasî bir dessas
Yüksekte kendini göstermek isteyen el-hannas bir papaz
Desise niyetiyle, hem inkâr sûretinde, hem de
Boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elimde,
Pek şematetkârane (arsızca) bir istifham ile dört şey sordu bizden.
Otuz bin kelime istedi. Şematetine karşı küsmekle sükût etmek, inkarına karşı da:
Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem.
Bir hakperest adama böyle cevabımız var; o dedi birincide…”
İŞGAL SIRASINDA ARSIZCA BİR TAVIRLA SORULDU
Burada neye tepki gösterdiğini sırasıyla açıklayan Bediüzzaman, öncelikle Anglikan Kilisesi’nin papazı hakkında konuşur. Üstad’a göre bu papaz, amansız bir İslam düşmanı, siyasi bir hilekar, kendini yüksekte göstermek isteyen sinsi bir papazdır. Daha sonra bu papazın niyetinin hile, oyun yapmak olduğunu söyleyen Bediüzzaman mektubun da inkar şeklinde ve İngiliz işgali sırasında arsızca bir tavırla sorulduğunu ifade etmektedir.
Gösterdiği tepkiyi böyle ifade ettikten sonra “Bir hakperest adama böyle cevabımız var” diyerek cevabını yazmıştır. Burada muhtemel bir yanlış anlaşılmayı önlemek gerekir. Bediüzzaman’ın tepki gösterdiği kişi mektupta imzası bulunan Arthur Bouthwood değildir. Zira Anglikan Kilisesi’nin papazı o değildir. Elbette Bediüzzaman’ın bu tepkiyi göstermesindeki sebeplerinden biri mektubun İngiltere’den gelmiş olmasıdır. Tahir Paşa’nın konağında iken okuduğu haberle İngilizlerin Müslümanlar üzerindeki niyetini ilk kez gören Bediüzzaman o zamandan beri İngilizlere karşı tepkili ve serttir.
İlk Kez Yayınlanan Mektup:
Eşref Efendizade Şevketi “Say Ve Sermaye Mücadelatının Dinen Suret-i Halli” isimli (Matbaa-i Osmaniye, 1342) diğer üyelerden farklı olarak mektubun tam metnini yayınlamıştır. Eşref Efendizade Şevketi’nin bu kitapta “Anglikan Kilisesinden Gelen Suallere Cevab” başlığı altında yazdığı yazıda mektup hakkında detaylı bilgi de vermektedir.
Darü’l Hikmeti’l İslamiye’de bulunduğum esnada Meşihat-ı Ulya’ya 21 Kanun-u Evvel 1918 (21 Aralık 1918) tarihli sureti atide (aşağıda) münderiç (ilişik) mektub varid olmuş ve Anglikan Kilisesi’nden gelen mektubun ilk kez yayınlanan tam metni. Eşref Efendizade
Şevketi’nin Say ve Sermayenin Mücadelatının Dinen Suret-i Halli adlı eserinden.
Mutazammın (içermiş) olduğu suallerin cevabı yazılmak üzere dar-ı mezkure (Darü’l Hikmeti’l İslamiye’ye) havale olunmuşdu” dedikten sonra mektubun tam metnini vermiştir. İlk defa burada yayınlanacak olan mektubun tam metni şöyle:
Kudsiyyetmeab
İngiltere Kilisesi dahilinde bir cemiyet-i diniye olan Din Matbuat Heyeti halkın irşad ve talimi için (30000 kelimelik) bir küçük kitaplar kütüphanesi hazırlamaktadır. Beni de bu kütüphaneye tâbi tâyin etmiştir. Şarkın ehemmiyet-i dîniye ve siyâsiyesinden dolayı kütüphane için edyân-ı şarkiyeye (şark dinlerine) dâir yeni bir silsile-i kütüb (kitap serisi) tanzim etmekteyim. Bir iki istisna ile bu kitaplar o edyanın (dinlerin) salikleri (mensupları) tarafından yazılacaktır, onlarda şark kendi sesiyle garba hitab edecektir. Silsile hakkında salahiyetdar eller faaliyettedir. Fakat ben Muhammediliğe dair bir kitap hakkındaki talebimi İslam’ın diyar-ı merkeziyesiyle posta muvasalası (ulaşımı) tekrar açılıncaya kadar tehir ettim.
Bizde Muhammediliğe dair zaten birçok kitap vardır. Onların ekserisinde her nasılsa garb şark için söz söylüyor. Bir kısmı vâkıâ şarklı kalemler tarafından yazılmışsa da fakat asl-ı ananeye vakıf olmayıp en asrî bir hırsla zihinleri doldurulmuş kimseler tarafından kaleme alınmıştır. Benim istediğim kitapta İslam’ın salahiyetdar sesiyle şark kendisi için söz söylemeli. Muhammediliğin şimdiki cihanın ihtiyacat ve mesailini bilip hesaba katan sesini bir mutekidin fikir ve itikadında olduğu gibi bir tasvirini istiyorum.
Peygamberin dini nedir, bu dinin fikir ve hayatta hisse-i iştirâki nedir? Zamanımızın
mezahim-i mütenevviası (çeşitli zulümleri) için çaresi nedir, şimdi cihanı daha iyi yahud daha fena bir hale getirmekde olan kuvva-yı siyasiyye ve maneviye hakkında diyeceği nedir? Cevap verilmiş görmesini isteyecek olduğum meseleler işte bunlardır. Zat-ı kudsiyyetmeâbınız böyle bir kitabın ehemmiyet-i diniye ve siyasiyesinin nasıl büyük olduğunu nazra-ı ûlâda (yüksek görüşlerinizle) temyiz edecek ve ümid ederim ki benimle birlikte şöyle düşünmeye muvafakat eyleyecekseniz ki, bu kitap asıl anane-i dîniye nazarından yazılırsa daha faideli olacak ve bu ananede salahiyetdar olan zat tarafından yazılırsa daha müessir olacaktır.
Bütün bunları mukaddeme yaparak en ihtiramkarane bir ricamın arzına müsaade buyurulmasını istirham ederim ki zat-ı kudsiyyetiniz matlub olan kitabı kalem-i fazılane-i zatiyelerinden bana inayet buyursun.
Nâmımın sizce malum olduğu zannına cesaret edemeyeceğim cihetle asarımdan bazısının bir listesini leffen (ilişikte) irsal etmeyi ihtiyar ediyorum. İmzamı atmaya bana müsaade ediniz.
Muhlis-i pür ihtiramınız Arthur Bouthwood
İlk kez yayınlanan bir başka belge
Eşref Efendizade Şevketi’nin dışında mektubun tam metnini veren bir başka üye de Ahmet Rasim Avni’dir. Enteresan olan Rasim Avni’nin yazdığı makale kaynak olarak birçok defa kullanıldı. Buna rağmen mektubun tam metnini verdiği kısım bugüne kadar fark edilmemiş görünüyor. (Yazdığı yazı serisinin ilk sayısında bu mektubu vermediği için gözden kaçmış olabilir.)
Ahmed Rasim Avni Alemdar gazetesinde 11 Eylül 1919’da yayınlanan “Anglikan Encümen-i İlmiyesine Cevab” başlıklı yazısında Anglikan Kilisesi’nin sorduğu sorulara vereceği cevapların bu gazete tarafından tefrika halinde yayınlanmasını rica etmektedir. Ricası gazete tarafından kabul edilmiş olacak ki bir sonraki sayıda yazı serisi başlamıştır. Cevaplara geçmeden önce şöyle bir notu var: “Cevaba başlamadan evvel Mistır Arthur (Bouthwood) cenablarının mektublarının tercemesini yazacağım ta ki müşarün-ileyhin nasıl cevablar istediği anlaşılsın.”
Bu nottan sonra İngiltere’den gelen mektubun metnini vermiştir. Tercümelerdeki bir iki üslup farkı dışında Eşref Efendizade Şevketi’nin mektubu ile aynı olduğundan Ahmed Rasim Avni’nin verdiği metni yayınlamıyoruz. Sadece İlk kez burada yayınlanacak olan belgesi şöyle
İlk kez yayınlanan bir başka belge. Ahmed Rasim Avni’nin Alemdar gazetesinde Anglikan Kilisesi’nden gelen mektubun tam metnini verdiği yazısı. (12Eylül 1919)
BEDİÜZZMAN'IN İNGİLİZLERİ PERİŞAN EDEN ESERİ
2 Ekim 1923, İstanbul'a 13 Kasım 1918'de gelen ve 16 Mart 1920'de kenti tamamen işgal eden İtilaf Devletleri'ne ait son birliklerin, Dolmabahçe rıhtımından gemilere binerek kenti terk etmesinin tarihidir.
İşgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk etmesinde en büyük nedenlerin başında Bediüzzaman Said Nursî'nin işgalcilere karşı gizlice neşredilip el altından dağıtılan "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri gelmektedir.
Said Nursi, o dehşetli günlerde Anadolu’nun dört bir yanı işgalci kuvvetlerle sánldığı bir sırada, başta Ingiliz olarak istilacılann yüzlerine tükürürcesine matbaa lisânıyla, İslâm’ın izzet ve şerefini haykıran ve şehâmet-i îmaniyesini çekinmeden izhar etmiştir.
**
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü'l-Hikmeti'l-islâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: "Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar."
Ben dedim: "Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne! demiştim" dediği eser:
Hutuvât-ı Sitte
(Bu Hutuvât-ı Sitte adlı eser, Üstad Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1920-1923 yıllarında İstanbul’un işgali sırasında yazılıp işgalcilere karşı gizlice neşredilmiş ve el altından dağıtılmıştır. Eser, aynı zamanda Arapça olarak da “Evkâf-ı İslâmiye Matbaası”nda 1336 Rumî ve 1338 Hicrî 1920 yılında tabedilen Sünûhat adlı eserin son kısmına konularak neşredilmiştir.)
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ (“Şeytanın izini takip etmeyin.” Bakara Sûresi, 2:168)
Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannas, altı hutuvâtıyla âlem-i İslâmı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.
BİRİNCİ HATVESİ: Der veya dedirir:
“Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz. Kader zâlim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz.”
Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlâhi isyanımız için musibet verir. Ona rızadâde olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek—neûzü billâh—İslâmiyetten nedamet ve yüz çevirmek demektir.
Evet aynı şeyi—hem musibettir—Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü, başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslümanız.
İKİNCİ HATVESİ: Der (ve dedirtir):
“Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?”
Şu vesveseye karşı deriz:
Muavenet eli(ni) kabul etmek ayrıdır. Adavet eli(ni) öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet eli(ni) uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.
Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyete adavet etmek demektir.
ÜÇÜNCÜ HATVESİ: Der (veya dedirtir):
“Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyleyse bana razı olunuz.”
Bu vesveseye karşı deriz:
Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin, evlâd-ı nâmeşruunu onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına muvakkat bir hayat-ı sefilâneyi bize bırakıyorsun; insanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem Müslümancasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşayacağız!
DÖRDÜNCÜ HATVESİ: Der (veya dedirtir):
“Sizi idare eden ve bana muhâsım vaziyetini alanlar—ki Anadolu’daki sergerdeler(i)dir—maksatları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatini tağyir etmez. Çünkü maksut, vesilenin vücuduna terettüp eder; içindeki niyete bakmaz.
Meselâ, ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada muzahrafatını defnetmek için, bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline, kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi, onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar. Kur’ân’ı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksatların hakikatini tağyir edemez.
BEŞİNCİ HATVESİ: Der:
“İrade-i Hilâfet, siyasetimin lehinde çıktı.”
Şu vesveseye karşı deriz:
Bir şahsın arzu-yu zâtîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhte ettiği emanet-i Hilâfetten hasıl olan şahsiyet-i mâneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâmın maslahatını takip eder. Aklı ise, şûrâ-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti müsellâh ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahat da muhitten merkeze nazar edip İslâm için faide-i uzmâya tercih etmektir. Yoksa, aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâmı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’(yu) da İstanbul’a, İstanbul’u da hânedân-ı Saltanata tearuz vaktinde feda etmek gibi hod-endişâne fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zât, hatta en fâcir bir adam da, yalnız ism-i hilâfeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek, mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattir.
ALTINCI HATVESİ: Der ki:
“Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi şimdi nasıl yapacaksınız?”
Şu vesveseye karşı deriz:
En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor.
Evvelâ: Hile ve fitne, perde altında kaldıkça tesir eder. Zâhire çıkmakla iflâs eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalan, hile, fitne(n) hezeyana, maskaralığa inkılâp edip akim kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı...... gibi...
Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı sana karşı itilâf kabul etmez. Muhâsım bir cereyan, atâlete mahkûm ediyor. Fazla kalan kuvvetinle dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâmı susturacak, depretmeyecek derecede eski(si) gibi bir istibdat altında tutmaya ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun.
Salisen: Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir:
Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir.
İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.
Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.
Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, (...) milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb, öylelerin kalbidir ki, hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kàbil görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhal ender muhaldir.
Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyânet etse yakarım, yıkarım!”
Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harap eder. Veyahut, bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek, veya bir cemaatte ona muzır biri varsa cemaati ifnâ etmek, her vakit kendinde selâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş! Acaba, bütün millet bir kalbde—hem münafık, hançer-i zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir kalbde—ittifakından daha muhal ne var?
Şeytan gibi hasis hisleri, fena ahlâkları teşci ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men etmekle beraber, muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez, pençeli; ekseriyeti kazanmak için, imhayı esas program yapmış, iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi silâhtan tecrit ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız!
O hasım, gösterdiği kin ve husumet harpten neş’et etme değildir. Harpten olsaydı, tabiî mağlûbiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın, uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler, inşaallah daha aldanmaz.
كَمَا اَنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ كَذٰلِكَ تُسَهِّلُ الْمُشْكِلاَتِ ( Zaruretler, yasakları mübah kıldığı gibi zorlukları da kolaylaştırır.)
Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-ı cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret...
Hem darb-ı mesel olmuş: “Keçi kurttan havfı, ıztırar vaktinde mukavemete inkılâp eder. Boynuzu ile kurdun karnını deldiği vâkidir. İşte harika bir şecaat…
Fıtrî meyelân mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.
Evet, şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ıztırarî şecaati gibi, fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün burudetli husumet-i kâfirânesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahittir.
Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet, izzet-i İslâmiyetin tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.